"Baykuş" - O.Gönenç"HEP BERABER EVİN BACASINDAKİ KARALTIYA KADEH KALDIRDIK""Yazlık site!" Nefret ettiğim kavram. Bir kere "kışlık site" mi var ki yazlığı olsun? Site sitedir. Sanayi sitesi, hırdavatçılar sitesi, perakendeciler sitesi tamam da, ki buralarda aynı işi yapan esnafı, dükkânı yan yana buluyorsunuz, o olmazsa öteki, ama yazlık site? Birbirinin içinde bir sürü güvercin yuvası gibi mekân. Kimseye görünmeden bir iş yapmanın olanağı yok. Ne bir şey pişirebilirsin, ne dikkati çekmeden bir şey yiyebilirsin. Balık alsan ızgara yapmak için, ihtiyacın iki misli gerek. Cızlamaya başlayıp dumanı da çıktı mı, "Komşu, afiyet olsun!" Teşekkür edip baş çevirmek yakışıksız, yarım ağız, "buyurun" demek de öyle. Ya gerçekten buyur edeceksiniz ya da öncelikle bir tabak onlara yollanacak. Hangisine? Yandakilere? Alttakine mi, yoksa üsttekine mi? Yoksa o gün duman en çok kimin tarafına gidiyorsa ona mı? Hanım elektrik süpürgesini çalıştıracak olsa düşünmek gerek, Ahmet Bey'ler akşam Bodrum'dan geç dönmüşlerdi, acaba uyandılar mı? Gürültü olmasın! Sacide Hanım'ın kaynanası gece otobüsle İstanbul'dan gelmişti, kadıncağız belki şimdi azıcık kestiriyordur. Belkıs Hanım, "Karnım ve başım çok ağrıyor," diyordu dün. Aybaşı hali olmalı, ağrısını arttırmayalım! Efendim, kek yapamazsınız, ızgara yapmak için kömür yakamazsınız, tavada bir şey pişiremezsiniz, elektrikli süpürge çalıştıramazsınız, duvara çivi çakamazsınız, liste böyle uzar gider. Ayrıca bir yere gidecek olsanız komşulara önceden haber vermeniz gerekir; "Hanımla niyet ettik, şöyle arabaya atlayıp Kaş'a kadar gidip gelelim diyoruz." Karışırlar: "Azizim, şimdi oralar sıcaktır, siz en iyisi Karadeniz'e gidin!" Haber vermezseniz dönüşte fırçayı yersiniz. "Ayol merak ettik, nerelerdeydiniz?" Detaylı bilgi vermediniz mi de yandınız. Gelen misafir ilk fırsatta komşulara da tanıştırılacak; "Nazmi Beyciğim, bu benim Almanya'da çalıştığım zamanlardan arkadaşım Hans, karısıyla beraber Efes'i ziyaretten geliyorlar, üç gün bizdeler." "Komşucuğum, söyle Hans'a, mutlaka Konya'ya da gitsin. Mevlana'yı ziyaret etmeden olmaz!" Eğer gelen misafirinizin kim olduğunu önceden veya geldikten sonra en kısa zamanda komşularınıza bildirmezseniz bu sefer onlar bahaneler uydurup anlamak için birer birer damlamaya başlarlar. "Müjgân Hanımcım, biz Turgutreis'e gidiyoruz, oradan bir şeye ihtiyacınız var mı? A, misafiriniz varmış, hoş geldiniz efendim!" Halbuki daha önceki Turgutreis gidişlerinde bir kere bile sormamışlardır. Bu böyle sürer gider. "Site" denilen bu yerlere hiç gitmek istemem. Belki sakin ve uzak bir yerde yaşamanın verdiği rahatlık, belki de bütün mantık kurallarına aykırı yapılmış bu sitelerden duyduğum rahatsızlık beni böyle yapar. Gel gelelim kimi zaman zorunluluklar insanı zora koşar, istemediğiniz halde yine de hatır için bazı şeyleri yaparsınız. Şelçuk'la Betül benim plaj arkadaşlarım. İkisi de genç emekli olmuş, yaşamın tadını çıkarmasını bilen hanımı güzel, kocası yakışıklı bir çift. Aynı yerde denize girdiğimizden karşılaştıkça selamlaşıp birkaç çift laf ediyoruz, gazetelerimizi değişiyoruz veya kalabalıkta birbirimizin şezlonguna göz kulak oluyoruz. Birkaç kez evlerine davet ettiler, bugün yarın derken gidemedim. Doğrusu kendimi de pek zorlamadım buna. Zira onlar hemen plajın ardındaki bir sitede yaşıyorlar! Davetlerine daha fazla direnmek kabalık olacağı için sonunda sıcak bir yaz akşamında onlardayım. Herkes gibi biz de ilk misafir gidilen yerlerdeki alışılagelmiş muhabbeti uyguluyoruz. Evlerini bana baştan aşağı gezdiriyorlar, aldıklarında nasıl yarım yamalakken bir sürü emek ve para harcandıktan sonra nasıl bu hale getirdiklerini anlatıyorlar. Gözüme meraklı amatör elinden çıkmış çalışmalar takılıyor; "Sen yapmış olmalısın Selçuk?" "Evet, Metro'da iki yüz bin lira, ben demircide elli bine mal ettim." Bir yere bağlanmadan, kendi ayaklarına asılan bir hamak bu. Altına buyur edildiğim pergola da öyle, biraz yapım hataları var ama işlevini görüyor. O da öyle hamak gibi, marangoza yaptırılsa ödenecek paranın dörtte birine mal olurmuş. Sonunda evi gezmekten, yapılan işlerin muhabbetinden hepimiz yorulduk, pergolanın altında, arkadaşlarımın özenle hazırladıkları masada biz Selçuk'la yerlerimizi aldık. İçeriden kadeh şıngırtıları, buzdolabı açılıp kapanışı ve buzluk boşaltma sesi, ne olduğunu anlayamadığım, tavada bir şeyin ve de ayrıca fırından başka bir şeyin kokusu geliyor. Bu sonuncusu sanırım balık, tavadakini anlayamadım. Anlamak da istemiyorum ama yine de sormak iyi olacak: "Ne lezzetli şeyler hazırladın Betül?" Etrafa çok hafiften bir akşam serinliği çökerken ben ve dostlarım Selçuk'un yaptığı ve gerçek değerinin dörtte birine mal ettiği pergolanın altında, güzel ve şık örtülü bir masanın çevresinde buluşmuştuk işte. Her şey çok güzeldi, ben uzun zamandan beri ihmal ettiğim dostlarımın bu ziyaretle gönüllerini aldığım gibi, hep beraber güzel bir akşam da geçirmiş olacaktık. Yalnız bir şey unutulmuştu, buranın bir site olduğu. Selçuk buranın bir site olduğunu herhalde çok alıştığından unutup yakın komşularına bu akşam kimin geleceğini anlatmamış, benim hakkımda gereken bilgileri vermemişti. Bu ihmal belki de sitede yaşayanların plaja indiklerinde bizi yazın başından beri nerdeyse her gün birlikte gördükleri düşüncesinden kaynaklanmış olabilirdi. Ama ihmal ihmaldi, ihmal eden de ihmalinin sonuçlarına katlanırdı. Bu ihmalin sonucu olarak fazla hoşlanmadığım için plajda gördüğümde başımı başka yere çevirerek tanışmaktan kaçındığım, Selçuk'ların karşılarındaki evlerden birinde yaşayan komşuları, kendisinin kelleşmiş başının önündeki saçları arkaya taradığında Atatürk'e benzediğini (!) iddia eden adam, ilk kadehlerimizi elimize aldığımızda ve benim: "Güzel evinizdeki mutluğunuza!" diyerek kadehimi kaldırdığım anda bahçenin demir kapısında belirdi. Hani misafir misafiri, ev sahibi hiçbirisini istemezmiş ya, her lafın bir hikmeti vardır. "Merhaba Sacit Bey," dedi Selçuk, ve kapıyı açmak üzere yerinden pek de gönüllü olmayan biçimde kalktı. Sacit Bey, akşamın herkesin duş alıp temiz bir şeyler giydiği, eşi dostuyla, çoluk çocuğuyla sofraya oturmaya veya dışarıda yemeğe gitmek üzere evden çıkmaya hazırlandığı bu saatte hâlâ ayağına sabahtan giydiği soluk ve lekeli şortlaydı ve üstü çıplaktı. Ben sahte Atatürk'e Selçuk'un zorunlu tanıştırmasında soğuk bir el sıkma sundum, o ise aldırmadan yüzüme bakarak: "Zaten plajdan tanışıyoruz," dedi. Arkadan da hiç utanmadan, davet edilmeden, nasıl olsa davet edileceğinden emin, benim yanımdaki demir sandalyeye biraz da arkası bana dönük olarak oturdu. Selçuk'un az önce suladığı çiçeklerden yükselen koku, çevremizi sarmış evlerin ardında da olsa güzel bir manzarayla battığı anlaşılan güneşin keyfi, dostlarla şerefe kaldırılacak birkaç kadehin vereceği güzellik, hepsi piç olmuştu. Yirmi dakika kadar Çıplak Sacit'in sabahtan akşama kadar beraber olduğu karşı komşusu Selçuk'a günün ben olmadığım herhangi bir saatinde aktarabileceği site sorunlarını, dedikodularını ve haberlerini dinledik. Selçuk, eminim ki bunların çoğunu zaten biliyor, veya ikinci, üçüncü kez dinliyordu. Belki benim gibi birisi olsa Sacit'e rakı da ikram etmez, kısa zamanda gitmesini sağlardı ama Selçuk öyle yapmayınca o sıkıcı yirmi dakika bütün uzunluğuyla yaşandı. Neyse sonunda adam benim hiç konuşmamamdan, konuşmaya katılmamamdan mıdır nedir, biraz da bozularak gitti. Bu bozulmada sağ olsun, ona mezelerden ikram etmeyen Betül'ün de payı vardı ya, neyse. Sonunda adam gitti, güneş de batmıştı zaten, Selçuk pergolanın aynı zamanda sivrisinek kaçıran ışığını yaktı, müzik setine uygun bir CD koydu, içeriden çoktan hazır olduğu halde Sacit'in yüzünden bir türlü sofraya getirilemeyen kâğıtta fırınlanmış çipuralar da geldi, ben tadını tam alamadığım güzel mezeleri çatallamayı sürdürürken rakılarımızı da tazeledik. "Seni merak etti de ondan geldi," dedi Selçuk. On beş dakika kadar sakinlik içinde yemeğimizi yedik. Selçuk, Betül'le beraber turistik geziye gittikleri Prag'ı, Budapeşte'yi kendi açısından, yani en pahalı yerler ve işleri, örneğin lokantalar, lüks mağazalar, şehir turlarını en ucuza nasıl mal ettiğinin inceliklerini anlattı. Ben de yanıt olarak bu yaşımda eğer bir yere gezmeye gitmişsem para endişesinden uzak dolaşmak isteyeceğimi, param azsa hiç gitmemeyi seçeceğimi söyledim. Biz böyle tam sohbeti kıvamına getirirken, benim oturduğum yerin bir metre gerisindeki komşu evin tam tepeme gelen üst balkonundan bir çığlık koptu ki, ne çığlık! Eh, bu kadar insanın toplandığı yerler her türlü olaya gebedir değil mi? İnsanlar bayılır, kavga eder, aniden hastalanır vb. vb. Ama hepsinde önceden bir "ön ses" duyulmaz mı? Bu öyle değil, sanki deminden beri bizi tepeden gözetliyorken tam konuşmanın orta yerinde isteyerek ve zamanını seçerek atılmış bir kadın çığlığı. Hepimiz yukarı baktık, çığlığı atan yandaki komşunun hanımıydı ve bizim konuşmayı keserek yukarı bakmamızdan memnun ki, başka çığlıklarla devam etmiyordu. Selçuk sanıyorum kadının önceki davranışlarından bilgili, yerinden kalkmadan sordu: "Seciya'nım, ne oldu?" Öteki yine de baktı ki sadece bir çığlıkla olmayacak, birkaç "Ay!", "Ay ay!", "Aman Allah'ım!"dan sonra: "Yine geldi Selçuk Bey!" Bizim masa keyfinin ikinci kez içine edilmişti affedersiniz. Hepimiz Seciya'nıma o korkunç çığlığı attıranın ne olduğunu merak ederek yukarıya doğru bakıyorduk. O ise kendisini göreceğimiz şekilde durmaya dikkat ederek yarattığı olayın bizi etkileme derecesini anlamak için bir aşağıya, bir yandan da terastan yükselen bacaya bakıyordu. "Geldi gene bacaya Selçuk Bey!" Betül: "Korkmayın canım bir şey yapmaz…" Karşı komşu Çıplak Sacit Bey'in az önceki ziyaretinde söz konusu edilmediğine göre Seciya'nım baykuşun dün geceki gelişinde ortalığı velveleye vermemişti. Benim şerefimeydi bu akşamki çığlıklar. Sabrım yavaş yavaş tükenmeye başlamıştı. Selçuk ve Betül çok uygar ve nazik iki insandı ama böylesi nezaketten ne anlardı ki? Acaba şu kadına haddini bildirsem arkadaşlarıma kabalık etmiş olur muydum? O şimdi eline bir yer silme aleti sapı bulmuş, baykuşun konmuş olduğu bacaya vuruyordu. Neyse ki terastaki baca onun yetişebileceğinden çok yüksek olduğundan vurmaları çok aşağıda kalıyor, bacanın içinde siyah bir leke olarak görünen baykuş da hiç aldırış etmiyordu. Artık dayanamazdım, kadının vurmalar arasında aşağıya bakmalarından birinde olaya karıştım: "Hanımefendi!" Kadın muradına ermişlerin yüz ifadesiyle aşağıya, bana doğru baktı. Elli metre ötedeki sokak lambasının ışığında bile bunu açıkça görebiliyordum. İstediği olmuş, yan komşusunun akşam keyfini damdan düşer gibi bozmuş, beni dahi konuşturmuştu. "Yemek sırasında sizi rahatsız ettim," bile demiyordu. "Ay beyefendi, çok uğursuz hayvan bu…" Bir kere bu baykuşun dün geceki olduğunu nereden biliyordu? Dün gecekini gördüğünde niye az önceki gibi çığlık atmamıştı? İyice anlaşılmıştı ki dün Selçuk'larda misafir yoktu da ondan. Birden bu kadına karşı içim hiddetle doldu. "Öyle değil, ondan çok daha önce?" "Buraya baykuşlar tam elli bin yıl önce geldi Seciya'nım. Bakın tekrarlıyorum, elli bin yıl. Sizin atalarınız o sıralar dört ayak üzerinde bile değildi. Şimdi bu sizin bacanın içindeki baykuşun ataları ki bundan çok daha büyüktüler, yani birkaç metre boyunda, o zamanlar göklerde tek hâkimdiler. Her yer onlardan sorulurdu. Sizin gibi geçen sene değil, buraya, bu evlerinizin yapıldığı yerlere ilk defa elli bin yıl önce geldi onlar. Gitmesi gereken sakın siz olmayasınız?" Yukarıdaki sessiz, donmuş kalmış, Selçuk ve Betül ise biraz şaşırmışlardı. Onlara bir göz kırptım, yukarı doğru bakarak konuşmaya devam ettim. Şimdi artık biraz abartmak gerekiyordu: "Baykuşların yüz otuz ayrı türü vardır Seciya'nım, Kutuplardan Amerika'ya, Ekvator'dan Tibet'e kadar her yerdedirler. Kısaca siz nereye girseniz onlardan kurtulamazsınız!" Yukarıdan, "Ay, hık!" diye bir ses geldi, ben devam ettim: "Ülkemizde en çok ishakkuşu, kukumav, kulaklı, kır, peçeli, alaca, balık, puhu olarak sekiz tür baykuş bulunur. Bu puhu olanı altmış, yetmiş santim boyundadır. Kendisinden büyük avlara, geyiklere, kuzulara bile saldırır!" Hıncımı almaya başlamıştım, keyifle rakımdan bir yudum içerek devam ettim. Ne yazık ki balıklarımız soğumuştu. "Baykuş, avının yerini tespit ettiği anda saniyenin üç yüz binde biri kadar zaman içinde saldırır. Uçarken kanatları kesinlikle ses çıkarmaz, pır pır yapmaz. Böylece şikârı onun geldiğinden haberi bile olmadan gafil avlanır, yani dikkatli olun derim!" Tam bu sırada Betül'den bastırılmış bir kıkırdama sesi geldi. Anlaşılan onlar da durumdan keyiflenmeye başlamışlardı. Yukarıdakinin sadece kafası görünüyordu şimdi. Anlaşılan yere çökmüştü. Devam ettim: "Baykuşun kafasındaki tüyler göz şeklinde görünüm verir, aslında gözleri o tüylerin altında gizlidir. Yavru baykuş bile tüylerini kabartarak korkunç bir görünüm alabilir. Baykuşun boynundaki on dört omur, başını iki yüz yetmiş derece döndürmesini sağlar. Böylelikle avını rahatça izler. Oysa biz insanlar sadece yüz elli dereceyle görürüz. Baykuşların gözlerinde göz kırpma zarı denen üçüncü bir göz kapağı vardır. Bu zar saydamdır ve bir yandan diğer yana hareket eder. Böylelikle kuşlar gözlerini tamamıyla kapatmadan gözlerini kırpabilir, suya bile dalsalar avlarını yine yakalarlar." Yukarıdan bu sefer "Ayyy!" diye bir inleme sesi geldi. Son vuruşu yaparak bu işi bitirmeliydi artık. "Baykuş avlanacağı yeri gündüzün seçer, fakat gece avlanır. Bunun nedeni diğer yaratıklar gece iyi görmezken baykuşların çok iyi görmeleridir. Gündüz aldıkları kokuyu takip edip bulurlar, avı gece yaparlar. Bu demektir ki, sizin evde baykuşa yem olacak bir şey var. Mesela bir yerlerde gizlenmiş bir yılan, bir kocaman fare, belki de fare leşi. Hatta belki çok kocaman bir örümcek. Belki de siz!" "Ne, ben mi?" "Tabii ya, baykuşların kendilerinden çok daha büyük avlara saldırdıklarını söyledim ya, hele avına kızgınsa. Biliyorsunuz bütün hayvanlarda sezi çok kuvvetlidir, hele baykuşlarda. Demin sopayla vurmadınız mı? Siz en iyisi bu gece daha biz buradayken her tarafı kapatıp içeri saklanın. Belki bizim yanımızda saldırmayacaktır. Ayrıca ben derim ki, bu gece yatağınızdan başka bir yerde uyuyun. Yani baykuşu kandırmak için!" Bu sefer yukarıdan koşarak uzaklaşan ayak seslerini, kapanıp sürgülenen bir kapının sesini, ardından da bu sıcak temmuz akşamında kapanan kepenkleri duyduk. Oh be! Artık rahatça yemeğimizi yiyebilirdik. "Betülcüm," dedim, "Fırını yine yak da şu çipuraları bir sokup çıkaralım. Soğudular, lezzeti kalmadı." |


