[Öykü]"Kişisel Sorgulamalar" | Ziya Alpay![]() "HARFLER ARTIK BİRBİRİNDEN KAÇIYORDU" "Biz I.Uzun zaman önceydi. Kızılay'da eski kitap satan dükkânları dolaşıyordum. Fiyatlarını uygun bulduğum birkaç kitabı alıp çıkmıştım. Eve döndüğümde şöyle bir karıştırayım dedim, neler almışım diye. Tomris Uyar'ın bir öykü kitabı: Sekizinci Günah; Henri Matisse'nin bir resmi, 2.basım. Başlığı ilgimi çektiği için almış olmalıyım. Kitabın kapağını çevirdim: İçindekiler. Bir yaprak çevirdim: 7. sayfa boş; sekizinci sayfadan başlıyor. Başka yerlerde de böyle boş sayfalar var mı diye baktım ister istemez. Evet, beş sayfası sanırım bir baskı hatası yüzünden çıkmamıştı. Bu hoşuma gitti. Bu kitabın kusursuz bir baskısını herkes satın alabilirdi. Fakat bendekine pek az insan sahip olabilirdi… Hatalı basılan pulların koleksiyoncular için paha biçilmez olduğunu duymuştum. Aynı şey kitaplar için de geçerli miydi? Değilse bile bir önemi yoktu. Bunları düşünürken aklıma bir fikir geldi: Boş sayfaları ben doldurmalıyım! Üç sayfası eksik olan öyküyü hemen okudum. Tabii pek bir şey anlayamadım. Okuduğum eserlerdeki kadın kahramanların çoğunu seviyorum. Bu öyküdeki kahramanı da sevdim. Fakat nedense gerçekte onlardan biriyle karşılaşamadım hiç. Tanıştıklarım ise bana hep sıkıcı ve gerçekçi geldiler. Anladıkları tek şey: Romantizm. Ne kadar sıkıcı. İşte belki de bu yüzden yazacaklarım öyküyü tamamlayıcı değil; tersine, alakasız olmalıydı.Bu düşüncelerle çabuk bitti o gün. "Başka çay almalıyım, koyu çay dokunuyor… Evet, sağlık çok önemli. Sebzelerin, meyvelerin öyle yıkanmadan buzdolabına tıkılması, düzgün yerleştirilmemesi, buzlukların altının kurulanmaması, odalarda sigara dumanı… Olmaz ki. Tabloların her gün tozunu alırım. Sizin tablolarınız da güzelmiş gerçekten. Geçerken salona bir göz attım. Amcamlarda da duvarlar tıkış tıkıştır. Tıkış tıkıştı yani. Eskiden. Ama mutfak hep tertiplidir. Seramik düşünmediniz mi hiç? Mutfağınıza? Biz siliyoruz tamam. Bu eski taşların arasına kirler, tozlar yerleşiyor. Biz döşeteli bir yıl kadar oluyor. Küçük kızları evlenip gittiğinde… Ben, hayır, hiç. Bir erkeğe köle olamam. Değişen bir çağda yaşıyoruz. İlişkiler bozuluyor, üstüne ne kadar titreseniz de. Hem benim mutfağım var, kitaplarım var, yetiyor. Evimin kadınıyım. Amcam evlenmeyeceğimi anlayınca, çalış bari diye tutturmuştu. Ama yengemi nasıl yalnız bırakırdım? Basit bir kadındır, yol-iz bilmez. Gerçi gerdanı hâlâ ak pak, teni gergin. Artık sırtını bana keseletmiyor. Her neyse. Hep oyuk yakalı entariler, bluzlar giyer, yerli yersiz kızarır, kahkahalar atar. Yemeğe gelen konuk, kocasının iş arkadaşı diyelim. Kulağını bükerim tatlı dille, anlamaz. Amcam da umursamaz zaten, uyarmaz. Yine de bunu hak etmemişti kadıncağız. Bir günde çöktü. İhtiyarladı. Ben sanki doğduğum günden bu yana hep aynı yaştayım. Eski terbiye ne de olsa. Siz kaç yaşındasınız, affedersiniz? Şu ağaca bayılıyorum. Güneşte titreyen yapraklarına… Beni alıp eskilere götürüyor. Kendi başıma, saatlerce oturuyorum balkonda. Yengem odasına kapanır. Kitaplara dalıyorum. Sizin neler okuduğunuzu hep merak etmişimdir. O uzaklıktan seçemiyorum tabii. Yine de içim rahatlıyor. Karşı balkonda da okuyan biri var diyorum. Kız lisesinde yatılıyken, kızlar "Miss Marple" derlerdi bana. Ağaç, o günleri anımsatıyor. Kız kurusu mu demek isterlerdi, zekâmı mı övüyorlardı bilemiyorum. Ama kafanız yeterince çalışıyorsa, ayrıntıları yerli yerine oturtabiliyorsunuz. Hipermetropi bile fazla engellemiyor. Eşiniz dostunuz çok, biliyorum, ama aslında siz de benim gibi yalnızsınız değil mi? Esinti çıktı içeri girsek. Hem salonunuza bakıp biraz daha bilgi edinebilirim hakkınızda. Bu tür sezgi oyunları oldum bittim hoşuma gitmiştir. Sözgelimi, amcamın pek bayıldığı o hasırları dökülen koltuğu ne zaman ortadan kaldıracağız? Belli etmeden? Eskici her gün geçmiyor ki. Bir de o cilası aşınmış yazı masasını? Kızdırmadan suyuna giderek? Çok dalgındır amcam, kızgınlığını çabuk unutur. En iyisi bir imambayıldı yapmak -patlıcanları kızarmış sever- mendillerini de kolalamalı. Elimle… Ona şöyle güzel bir sofra… Yengemin sırtını keselerim. Altı ay oluyor…" Hatırlıyorum da şimdi… Umutsuz bir gecedeydim. Anneme, sinirlerim bozuk dedim. Muskanı taksana oğlum diyerek boynuma üçgen şekli verilmiş bir deri parçasını geçirmek zorunda kaldım. O yanımdan ayrıldıktan sonra merak ettim, yıllar önce ne yazılmıştı acaba içine? Mutfaktan getirdiğim bir meyve bıçağıyla açtım içini (O anda sigaram kül tablasından düştü, yerine geri koydum). Muntazam bir şekilde katlanmış naylon parçasının içinde yine muntazam katlanmış bir kâğıt parçası vardı. Arapça yazılmıştı. Hiçbir şey anlamadım. Anlasaydım belki kaderimin bütün gizemini çözecektim. Kendimi yatağa bıraktım. Hem boğazım ağrıyordu, hem de garip bir soğuk algınlığı vardı. Sigara da bir tat vermiyordu böyle zamanlarda. Birden odamın kapısı açıldı. Güneş gözlüğü takmış, baştan aşağı siyah giyinmiş bir kız girdi içeri. Beni görmedi. Ya da bana öyle geldi, bilmiyorum. Pencereye doğru yürüdü. Durdu. Dışarıdaki geceye bakarak konuşmaya başladı: Kiminle konuştuğunu anlamak için kalktım yatağımdan. Yanında durdum. Her kimse galiba önceden de sohbet ediyor olmalıydılar. Karşı binanın çatısından, evlerin pencerelerinden, balkonlarından başka bir şey göremedim. Ne kadar bir süre öyle durduğumuzu bilemiyorum. Sessizlik onun radyodan gelen sesiyle bozuldu. Bir şiir okuyordu sanırım. Dinledim. Fakat biliyordum, odamda radyo yoktu. Çok kırılgan bir ses beynimde sürekli yankılanıyordu: Ben yazdıkça boş sayfalar çoğalıyordu… "Size doyum olmaz, kalkayım artık. Yengem bekliyordur. Alışkanlık. Bir bakıma iyiydi eski komşuluk ilişkileri değil mi? Ama görüşebilecek insan sayısı gittikçe azalınca, insanlar bayağılaşınca neye yarar? Kim derdi amcamın öyle bir kızla… Hiç ummazdım. Daha görgülü, daha olgun biriyle belki… Arada bir uğrayıp dertleşebileceği… Yine de komşuluk iyidir, kim ne derse desin. Limon kalmadığında, telefon kesildiğinde, evdeki biri öldüğünde falan, çalınacak bir kapı… II.Yaşamın öteki ucundaydım. Anlatacaklarımı bir kâğıda yazdım. Katlayıp otuz beşlik rakı şişesinin içine koydum. Denize bıraktım. O da beni terk etti. Bir kahvede akşama kadar çay ve sigara içtim. Bir şeyler oldubitti. Ben fazlasıyla geciktim. Sonra da gecikmiş olmayı sevdim. Örneğin okuduğum romanın bir paragrafında takılıp kaldım. Başkası olsa çoktan bitirmişti, ben yıllardır aynı sayfadayım. Ve işte şimdi balkonda oturmuş seni izliyorum. Rüzgâr esiyor, saçlarını yüzüne düşürüyor bazen. Tişörtünü göğüslerine yapıştırıyor. Böyle kalsa. Biliyor musun, yıllar sonra gazete aldım bugün. Masanın üzerine koydum, kahvaltıdan sonra okuyacaktım, okumadım. Birden çok önemli bir şeyi hatırladım: Genelde bu saatlerde sigara içmek için çıkıyorsun balkona, birilerinin görmesini istemiyorsun gibime geliyor bana ve parmağının ucuyla sigarana hafif bir dokunuş yaptığında, küller dağılıp düşerken, havada sağa sola uçmaya başlarken… Anlatsam dinler misin? Vaktin var mı?Ben burada saklanıyorum. Belirli bir mekânın içinde değil, işte şu dakikaların içinde hayattan ve ölümden, acıdan ve kaygıdan uzaklaşıyor belki bir anlamda nesneleşiyorum. Eğer hiç hareket etmesem zaman bizimle birlikte duracakmış gibi geliyor. Sigaranı balkon demirlerinin kenarına koyduğum kül tablasında söndürüp arkanı döndüğünü, kapının koluna doğru elini uzattığını, bacaklarını ileri attığını, saçlarının havada savrulduğunu görüyorum. Hayretler içinde kalıyorum. Ardından ezberimden birkaç dize okuyorum: "Saklıyız. Biri mi geziniyor dünyada ne / yok canım bize öyle geliyor / olmayan insanlarız. Üstelik olmamaya / tanığız, kararlıyız. / Sanki bir hayat komasından çıktık da / görünsün istiyoruz yeniden / hep aynı biçimde yeniden / yeniden, yeniden, yeniden çıldırdığımız. / Hayat ölüm istiyor, bozgundayız / bir karanlık gibi geçen Vartuhi / ölüme dalmış gibi. Ölüme / saplı bir bıçak gibi Armenak." Üç gün 9 saat 45 dakika sonra: Sonunda yine buradasın. Seni gördüğüme ne kadar sevindiğimi bilemezsin. Bu günlerde yolunda gitmiyor hiç işlerim. Bana çok önemsiz görünen uyduruk meseleler yüzünden herkesle aram açılıyor. Sanki neden kendilerine benzememi istiyorlar? Her şeyime karışıyorlar; öyle mi giyinilir, böyle mi yemek yenir, bu kitaplar mı okunur, o ne biçim saç, bu saate kadar yatıyor musun?.. Yalnızca Cemal Amcam beni korurdu; Karışmayın çocuğa, yaşasın dilediği gibi, nasılsa hayat ona öğretir her şeyi, derdi. Şiir gibi konuşurdu. Lisede edebiyat öğretmenliği yapıyordu. Ne zaman evlerine gitsem mutlaka elime bir kitap tutuşturur, Bunu oku sonra hakkında sorular soracağım, diyerek okumaya teşvik ederdi. Severdi, ama çok severdi saksıda yetiştirdiği çiçeklerini, her akşam bir parça peynir ve bir bardak sütle beslediği yavru sokak kedilerini… Bir gün kızdığını görmedim. Küfür de etmezdi hiç. Kötü bir günün sonunda yanına kaçtığımda, bir şey sormazdı. Anlardı. Gözleri dolardı. Hüznü uzun sürmezdi. Sonra bildiği bütün fıkraları anlatırdı. Kaç defa dinlediğim halde sıkılmazdım. Cemal Amcam öldü. Soğuk ve karlı bir kış günüydü. Kömürle dolu zeytinyağı tenekeleri ile merdivenleri çıkıyormuş. Ben ona dargındım o zamanlar. Şimdi hatırlayamadığım bir şeyler demişti bana. Kırılmıştım. Telefon çaldı. Babam anneme baktı. Sonra da yağan kara. Artık ne zaman kar yağarsa böyle, amcam ölüyordur. İnsan bir kere ölürdü. Cemal amcam ise… Sen bilmezsin onu. Uzun boylu, kır saçlı, ince yüzlü dalgın bakışlıydı. Kahverengi gözleri ile baktığında geçmişte kalan acı günlerin kısa bir özetini yapardı da dudaklarındaki gülümsemeye aldanırdın. Tamamlanmamış bir şiir gibi merdivenlerin bir basamağında… Gidiyorsun değil mi? Daha sigaran bitmemişti. Biri içerden çağırmış olmalı. Bu durumda ben Tabutta Röveşata filmini izlemeliyim. Sonra görüşürüz. Sayı: 33, Yayın tarihi: 25/12/2008 |