MaviMelek
Hermes Kitap
"İnsan kafası öyledir ki kendisine karanlık gelene daha kolay inanır..." Tacitus

"Nohut - I. Bölüm" - Akın Olgun

"YARA BÜYÜR BÜYÜR, GELİR BEYNİNE YÜREĞİNE BAĞDAŞ KURAR..."

Doğuda süren savaş herkesten bir şeyler alıp götürmüştü. Bunu anlatmak, tarif etmek için özel bir çabaya gerek yoktu. Yaşayanlar biliyordu. Savaşın gerçek yüzü soğuktu, acımasızdı, vahşiydi. Silah ve bomba sesleriyle büyümüştü çocuklar, yıllarca… Bir tarlada, bir dağın eteğinde, bir dere kenarında bulunurdu, çoğunlukla kimliği belli, katili belirsiz bedenler. Kimi zaman çocuk, kimi zaman genç, kimi zaman yaşlı, ama hep cansız bulunurdu. Ölüm haberi, ansızın düşmezdi eve... Beklenen, akşam olduğunda eve gelmediyse, öldüğü anlaşılırdı. Ölüm sıradan değildi, ama sıradanlaşmıştı. Herkes alışmıştı ölümlere. Nereden geldiğinin, kimin yaptığının bir önemi yoktu. Ölen ölüyordu, ağıtlar yakılıyordu ve gömülüyordu. Köy mezarlıklarından, son on yıldır taze açılmış toprak kokusu taşıyordu. Gece veya gündüz can güvenliği yoktu. Her şey iç içe girmişti. Kim örgüt üyesi, kim korucu, kim asker bilinmiyordu. Herkes herkesten şüpheleniyordu. Hatta birbirine hasım olanlar, birbirleri hakkında yalan ihbarlarda bulunuyordu. İhbar yeri kimi zaman jandarma, kimi zaman da örgütler oluyordu. Bazen de her ikisi birden. Sonuç ise hep aynıydı: ihbar edilen sorgusuz sualsiz bir gece alınıyor ve götürülüyordu. Cesedi bulunursa aile kendini şanslı sayıyordu. Bulunamayanların sayısı, bulunanlardan çoktu. Öldürülenler, öldürenlerin kimliğine göre lekelenirdi. Örgüt öldürdüyse "hain", korucular ve devlet öldürdüyse "vatan haini" oluyordu. Devletin öldürdüklerini örgüt, örgütün öldürdüklerini devlet şehit ilan ediyordu. Şehitler üzerine kutsanmış bu ölümler, hiç bitmiyordu. Köyler yakılıyor, yakan ellerin amacı ne olursa olsun, acı hep yangın olarak kalıyordu. Gece kapıyı çalanların kim olduğunun bilinmesi, mümkün değildi. Kimi zaman dağdakiler geliyor, kimi zaman dağdakiler gibi giyinen gizli kimlikli resmi timler… Köylüler, geceleri kapıları çalınmasın diye erkenden, gözleri açık uykuya yatıyorlardı. Kapı çalındığında açmak ya da açmamak gibi bir şansları yoktu. Gelenler, yöre kıyafeti giymiş özel tim ise kapı açılmadığında içeride terörist saklandığını düşünerek, kapıyı kırıp giriyorlar, şayet dağdakiler ise kapıyı açmadıkları için onları cezalandırıyorlardı. Her iki durumda da cezalandırılıyorlardı. Mayına basan ve bastığını fark eden birisinin, olduğu yerde kalakalması gibiydi bu durum. Ayağını kaldırırsa mayın patlayacak, ya ölecek ya bacağı kopacak, kaldırılmaz ise öylece olduğu yerde, kalakalacaktı. Mayın üzerinde bir can pazarı gibiydi olan biten. Dağdakiler korucu köylerini basıyor, korucular misilleme olarak korucu olmayan köyleri basıyorlardı. Her gün basılan köylerden gelen haberler köylülerin içine derin korkular sarıyor, korku çaresizliği büyütüyor, büyüyen çaresizlik ise göç ettiriyordu. Köyleri terk etme yasağı koyan örgütle, dağdakileri besliyorsunuz diyen askerin göç edin baskısı arasında, ezildikçe eziliyorlardı. Aynı ülkenin topraklarında göç, bir umut yolculuğuydu. Köylerden göç bir gecede oluyordu. Sabah köye gelenleri bir sessizlik karşılıyordu. Üç beş eşya ile yola çıkanlar, batıdaki şehirlerin içinde, kendi köylerini yeniden kuruyorlardı. Büyük şehirlerde artık mahalleler, sokaklar köyden göç edenlerin lakaplarıyla anılıyor, biliniyordu. Yangın batıya yayılıyordu. Batıdan ise Avrupa'ya taşınıyordu acılar.

***

Cemal Amca kapısı çalındığında yatağından fırlayarak, karanlık odasında, kendisini bir köşeye sığdırmıştı. Bu köşeden ötesi yoktu. Çömelerek, diz kapaklarının üstüne kendisini sıkı sıkı sardı, kollarıyla. Kafasını saklayacağı bir yer arıyordu, ama yoktu. Odanın köşesi, Cemal Amca'yı içine sığdıramıyordu. İçeri girdi girecekler, kapıyı zorluyorlar, bağırtılar ve çığlıklar duyulacak birazdan, Kürtçe ve Türkçe sesler birbirine girecek… Odanın kapısından onlarca, elleri silahlı, yürekleri vicdansız adamlar girecek içeri. Kendisini sıkarcasına kapaklandığı bedeni, kolları arasında eziliyordu. Kalbinin sesi odanın her yerindeydi sanki. Bu ses "küt, küt, küt" duvarlara çarpıp, tekrar kalbine dönüyor, kalbinden tekrar duvarlara çarpıyordu.

"Cemal Amca aç kapıyı ben Halil, Halill…"

Halil ismi bir anda bölmüştü korkusunu. Bir kurtarıcı gibi yetişmişti Halil.

"Açsana kapıyı… Babammm yaaa!"

Cemal Amca sığındığı köşeden ayağa kalktı hemen. Karanlık odasının içinde, gözleri seçer olmuştu yattığı karyolayı. Derin derin nefes aldı birkaç kere ve yarım yamalak bağırdı kapıya.

"Geldim Halil… geldimmm…"

Sığındığı köşeden, hemen karşısındaki odanın kapısına yöneldi. Rahatlamıştı artık. Odanın kapısından çıkarken tekrar bağırdı: "Geldim Halil… geldimmm…". Kapıyı açtığında, Halil karşısındaydı. Bembeyaz saçlı köylüsü, karşısında duruyordu. Kendine çok iyiliği dokunmuştu. İstanbul'a geldiğinde, artık ne yeri vardı ne de yurdu. Halil onu hemen evine almış, bağrına basmıştı. Aylarca onun yanında kalmıştı. Hatta Halil, Cemal Amca için, hemen evlerin arka bahçesindeki araziyi, mahalle sakinlerini ikna ederek çevirmiş ve iki odalı bir gecekonduya elbirliğiyle, bir ay gibi kısa bir sürede yaptırmıştı. Halil, Cemal Amca'yı kapıda görünce "Vallahi çıkmasaydın, aha bu kapının eşiğine oturacak, sen çıkana kadar sana seslenecektim. Kapandın böyle evin içine, ne gören var seni ne duyan. Sana bu damı yaptık, ama iyi mi yaptık kötü mü yaptık bilmiyim?"

Cemal Amca, oğlu yerine koyduğu Halil'in yarı şaka, tatlı tatlı sataşmasını çok severdi. Halil de babası yerine koyduğu Cemal Amca'dan, birgün haber alamazsa merak eder, kapıya dayanır, çayını içmeden ve onun iyi olduğuna içi kanaat getirmeden gitmezdi.

Halil, onun köyde sadece bir ev, birkaç dönüm tarla ve birkaç baş hayvan bırakmadığını; oğlu ve kızını da gömüp geldiğini biliyordu. O geceyi, hiç kimseye anlatmamıştı. Tek bir gözyaşı dökmemişti. Çocuklarını toprağa verir vermez, ertesi gün köyde kalanlara neyi var neyi yok, kim ne verdiyse satıp, İstanbul'a gelmişti.

Cemal Amca, Halil'in "Sana bu damı yaptık, iyi mi yaptık, kötü mü yaptık bilmiyim?" deyişinden, dilinin altında bilindik bir bakla olduğunu anlamıştı. Halil çok geçmeden ağzındaki baklayı dile getirmeye başladı. Sırtını yaslayıp oturduğu somyadan, yavaşça öne doğru geldi ve ellerini bacaklarının arasına alarak "Cemal Amca nedir bu inadın? Bugün yiğenlerin yine aradılar, taaa Londra'dan. Bıraksın orada neyi var neyi yoksa. Biz her şeyi ayarladık, gelsin diyiler. Biz amcamızı iki dam arasında yaşatmayız, burada yiğenleri var diyiler. Gel etme gözünü seveyim, çocuklar ayarlamışlar şebekeyi, senin ağzından çıkacak bir he deyişini bekliyiler. Bize vicdan azabı çektirmesin, biz de onun çocuklarıyız diyiler".

Cemal Amca'nın birden gözleri büyüdü, eli ayağı titremeye başladı.Gözleri çakmak çakmak olmuştu. Sanki boğazına topluyordu tüm hiddetini. Halil, Cemal Amca'nın bu halini ilk defa görmüş ve ürkmüştü. Suçlu çocuklar gibi, bir an kaçacak yer aradı.

Cemal Amca, "Halilll, Halil! Hangi vicdandan bahsediyorsun, kimin vicdanından bahsediyorsun? Benim onların vicdanına ihtiyacım yok. Yara dediğin kangren gibidir. Üstünü de örtsen, merhem de sürsen, o altan alta kök salmaya devam eder. Büyür büyür, gelir yüreğine, beynine bağdaş kurar. Onların vicdanı olsaydı, ben iki canı toprağa gömdüğümde, saklandıkları delikten çıkar köye gelirlerdi. Şimdi benimle vicdanlarını aklayacaklar, öyle miiiii? Ya benim yaram ne olacak, soruyorum sana? Benim yaramın hiç mi önemi yok? Ahaa şurama gömdüğüm iki parçanın, vicdanı ne olacak?"

Cemal Amca arka arkaya sıralamıştı tüm sorularını ve her soruda sesi daha da yükselmişti. Cemal Amca'nın soruları, aslında Halil'e değil, kendineydi. Gece gündüz kendisine sorular soruyor, cevaplar veriyor, her cevabı yeni bir soru oluyordu. İçinde kimseye anlatmak istemediği, iki çocuğunun son anlarına ait izleri, bir sır gibi saklıyordu. Eğer bunu biriyle paylaşırsa, onlara sanki ihanet etmiş olacağını düşünüyordu. Onların son anlarını, kendisi için özel saymış ve kimseyle paylaşmayacağına yemin etmişti. Oysa yaşananlar, çok da sır değildi. Cemal Amcanınkini sır yapan, onun susması ve bunu kimseyle paylaşmıyor olmasıydı. Halil yaşananları, yine kendi köylüsünden duymuştu. Gece köye yirmi-yirmi beş kişinin geldiğini, bunların kapıları tek tek çalıp ekmek istediklerini, bir tek Cemal Amca'nın kapıyı açmadığını ve kapıda bekleyenlere kapının arkasından "Ne istiyorsunuz? Bıktık artık, her kapıyı çalana korkuyla kapımızı açmaktan, korkuyla ekmek vermekten, can vermekten. Kimseye verecek ekmeğim de aşım da kalmadı. Gidin benim kapımdan, Tanrı misafiri olan gelsin" demiş ve cayırtı kopmuştu. Her şey üç beş dakikada oldu ve bitti. Altı el silah sesi, köyü sanki baştan başa yarmıştı. Grup, sanki hiçbir şey olmamış gibi toparlanmış ve gitmişti. Köpek havlamalarından başka bir ses, artık yoktu köyde. Köyün en yaşlılarından olan Fatma Ana, Cemal Amca'nın eve koşuşturmuş ve evin içinden bir ağıt yükselip, köylülerin kulağına erişmişti. Tüm köy bir anda ağıtlara gömülmüştü. Tek gözyaşı dökmeyen, sadece Cemal amcaymış. Evin içinde babalarının önüne atlayan iki kardeş, kendilerini onun canı için feda etmişlerdi.

Cemal Amca, Halil'in kendi bağırmasından korktuğunu anladığında, bir anda yumuşak bir sesle, "Halil sana değil kızmam. Biliyorum benim iyiliğimi istiyorsun, zaten bana iyiliğinden başka bir şey dokunmadı yavrum. Ama ben gitmem oralara. Kimsenin vicdanına ihtiyacım yoktur," diyerek kalktı ve Halil'in sırtını sıvazladı. Halil'in gözleri bir anda dolmuş ve boşalmıştı. Halil anlamıştı ki, Cemal Amca hiçbir yere gitmeyecekti. Belki de böylesi doğru olanıydı. Kendisini toplayıp, müsade istedi gitmek için. Cemal Amca onu kapıya kadar geçirdi. Arkasından, onun bembeyaz olan saçlarına baktı. Halil'in saçları doğuştan beyazdı. Bu yüzden ona herkes Beyaz Halil derdi. Cemal Amca kapıyı kapattığında "Ah Beyaz Halil, ahhh… Allah, sana ve çocuklarına uzun ömürler versin" diye dua etti.

Halil eve girmeden, bu akşam yaşadıklarını düşündü. Cemal Amca'nın yüz ifadesinin nasıl birden değiştiğini, gözlerinin önüne getirdi. "Bu yara, öldürecek Cemal Amca'yı" diye düşündü. İçine bir an titreme düştü. Baştan aşağı titrediğini, iliklerine kadar üşüdüğünü hissetti. Tıpkı Cemal Amca'nın köşeye sığınıp kapanması gibi, o da bir anda kollarını bağdaş yaptı. Cemal Amca'nın sözleri, kulağında çınladı: "Yara büyür büyür, gelir beynine yüreğine bağdaş kurar." Ne kadar doğru söylemişti Cemal Amca. Acı konuşturuyor işte insanı diye düşündü. Cemal Amca da içinden dışarı atmıştı yarasını. Aslında ilk defa, Cemal Amca yarasını dökmüştü ortaya ve kendisine dökmüştü. Birden suçlu hisseti kendisini Halil, evlerinin köşesine diz çöktü ve bir sigara yaktı. Kendisini onun yerine koydu. Çekilecek acı değildi. Düşünmesi bile korkunçtu. Halil'in dört çocuğu vardı ve onlarsız bir yaşam düşünemiyordu. Deli gibi seviyordu onları. Cemal Amca'nın kendi evlerinde kaldığı dönemi hatırladı. Çocuklar bir gün, onun yattığı odaya paldır küldür girmişler, Cemal Amca da birden yatağından fırladığı gibi, odanın köşesine kaçıp orada öylece diz çöküp bir kutu gibi kapanmıştı. Çocuklar ise korkuyla ona öylece bakakalmışlardı. Küçük kızı yanına gelip "Cemal Amca'ya bir şey oldu" der demez koşmuş ve onu odanın köşesinde, öylece bulmuştu. Birden, bugün Cemal Amca'nın kapısını nasıl çaldığını hatırladı. Adamcağız çok geç açmıştı kapıyı. Demek ki, onu korkutmuştu. Düşüncesizliğini, ellerini kafasına vurarak cezalandırdı. Evin kapısını usulca çaldı. Eşi açtı kapıyı ve hiç konuşmadan içeri süzüldü. Çocukların uyuduğu odaya girdi ve hepsini tek tek öptü…

Londra'dan telefon trafiği hızlanmıştı. Halil onlara, Cemal Amca'nın gelmek istemediğini defelarca anlatmasına rağmen, telefondaki ses ısrarcıydı. Sonunda, telefonun öbür ucundaki Cemal Amca'nın yeğenine, beklemesini, onu çağırtacağını ve derdini kendisinin anlatmasını söyledi. Telefondaki ses "Bizlere kızgın amcam. Nasıl konuşacağımı, ne diyeceğimi bilmiyorum?" demesine rağmen, Halil çoktan büyük oğluna kaş göz işaretiyle Cemal Amca'yı çağırması talimatını vermişti bile... Çocuk hemen Cemal Amca'nın evine gidip, babasının onu çağırdığını söyledi. Halil gelmeyip, çocuğunu gönderdiğine göre, acil bir şey var deyip, hızla evden çıkmış ve soluğu Halil'lerin evinde almıştı. Halil, "Telefon sana" deyip ahizeyi Cemal Amca'nın kulağına dayadı. Cemal Amca ne olduğunu anlamadan telefonu kulağında bulmuştu. Halil odadaki çocukları alıp, hemen dışarı çıktı.

Telefondaki ses Cemal Amca'yı gafil avlamıştı.

"Amca, ben yeğenin Hasret. Amca, amcaaa… Bir ses ver kurbanın olayım."

Cemal amca telefondaki sesin, bu içten seslenişi karşısında, ne diyeceğini bilememişti. "Aloo" diyebildi ürkekçe. Yeğeninin ağladığını sesinden anlıyordu.

"Amca hep aklım sende… Uyuyamıyorum. Çoluk çocuk herkes seni düşünüyor. Sen, bize babamızdan yadigârsın. Biliyoruz gelemedik, acını paylaşamadık. Suçluyuz. Ama sen büyüğümüzsün affet bizi amca."

Cemal Amca, telefonda ağlayan sesi adeta yudumluyordu. Kendi gözleri de doldu. Ağlamamak için zor tutuyordu kendisini. Yıllarca görmediği büyük yeğeni, karşıdan çocuk gibi ağlıyordu. Telefonun yanındaki sandalyeye oturdu birdenbire.

"Oğlum Hasret, ağlama ne ağlıyorsun. Koca adamsın sana yakışmıyor."

"Amca biz gelemiyoruz Türkiye'ye. Şimdi anlatmanın sırası değil, ama buranın kanunlarına tabiyiz. Elimiz kolumuz bağlıdır. Bu yüzden gelemedik. Ama sen büyüğümüzsün, bizi anlarsın."

Cemal Amca ne diyeceğini bilemiyordu. Ama, yeğeninin sesi onu etkilemişti.

"Artık seni aramızda, kendi yanımızda görmek istiyoruz amca. Kırma bizi. Her şeyi ayarlamışız. Gel yanımızda kal. Bize de babalık yapmış olursun. Kırma bizi amca, ne olur. Hee de! Hemen çok geç kalmadan, seni alak buraya amcaaa."

Cemal Amca'nın yüreğindeki tüm buzlar bir anda erimişti. Sanki çocuklarıyla konuşuyor gibiydi. Kimsesiz kaldığı evin, karanlık odasından dışarı çıkmamıştı hiç. Bir Halil vardı, onu yalnız koymayan. Ama kendi canından, kanından birisinin yakarışına da "Hayır" diyecek gücü kendisinde bulamadı. "Tamam" dedi kısık sesle, "Tamam Hasret". Telefonun arkasındaki ses, yeniden ağlamaya başladı. Hıçkırıklara boğulmuştu yeğeni Hasret. Cemal Amca bu sefer sert bir tonla, "Tamam dedim yeğenim, tamam dedim, ağlama yahuu". Hıçkırıklar emir alan bir asker gibi, anında kesilmişti. Yeğeni amcasından izin isteyerek, her şeyi Halil'e anlatacağını söyledi ve telefona istedi. Cemal usta Halil'e seslenerek, tıpkı onun yaptığı gibi ahizeyi eline verdi. Cemal Amca'nın yeğeni ile Halil, yarım saati aşkın konuştular, kimi zaman fısıltıyla, kimi zaman sesli …

Halil telefonu kapatıp, dışarıda tütünü saran Cemal Amca'nın yanına geldi. Bu hafta sonu yolculuk olduğu, nasıl olacağını, ayrıntılarıyla anlattı. Cemal Amca sadece dinledi Halil'i. Hiç ses vermemesinden, bir an onun vazgeçebileceğini düşündü Halil; ama Cemal Amca telefonda ağlayan yeğenini düşünüyordu. Sardığı tütünü bir başka keyifle içmesi, Halil'in gözlerinden kaçmamıştı. Halil'in üzerindeki tedirginlik, Cemal Amca'nın tütününü keyifle içme seansında, eriyip gitmişti. Bir yandan göz ucuyla onu süzmeye devam edip, diğer yandan da anlatmaya devam etti Halil; yeğeni Hasret'in İngiltere'de bir şebekeyle anlaştığını ve bunların parasını ödediklerini söyledi. Bir haftalık uzun yolculuk sonunda, İngiltere'ye varacağını, kendisinin de bilmediği soruların üstünü atlayarak anlattı. Cemal Amca'ya yanına küçük bir çanta alması gerektiğini, başka da bir şey almaması gerektiğini söyledi. Haa unutmadan, bir de vesikalık fotoğraf lazımdı. Cemal Amca, Halil'e hiçbir şey sormuyordu. Bu yolculuğun, nasıl bir yolculuk olacağı konusunda bir fikri de yoktu zaten. Halil bir tırla gidileceğini söylemişti, ama bunun nasıl olacağını anlatmamıştı. Belli ki Halil'in kendisi de bunu bilmiyordu. Ona, yolculukta yalnız olmayacaksın demişti ama…

Cemal Amca "Her neyse ne" diye iç geçirdi. Tamam demişti bir kere ve geri dönemezdi sözünden. Paralar harcanmıştı ve yeğeni her şeyden öte, umut yüklenmişti. Artık geri dönüşü yoktu. Her ne olacaksa olsundu. Ölecekse de yeğenlerini görerek, onlarla helalleşerek ölecekti.

Bu konuşmanın ardından iki gün sonra Halil, Cemal Amca'ya uğrayarak, her şeyin tamam olduğunu ve bu hafta sonu yolculuğun başlayacağını bir müjde gibi verdi. Cemal Amca küçük bir çanta yaptı kendine. Bolca tütün aldı yanına. Köyde varını yoğunu satarak, bir kenara kefen parası olarak ayırdım dediği, üç beş kuruşu iç cebine koydu. Halil, akşam üzeri evin önünden bir arkadaşının arabasıyla aldı onu ve şebekeye teslim edeceği yere ulaşmak için, erkenden yola koyuldular. İstanbul'un içini, ilk defa bu kadar yakından görüyordu. Gecekondusunun tek göz camından akşam olunca, tütününü yakıp seyrediyordu, bu milyonlarca ışıklı İstanbul'u. Alışmıştı aslında İstanbul'a. Seviyordu, onun milyonlardan oluşan ışıklı ve parıltılı halini. Öylece bakıp, dalıyordu ışıklara. Ama şimdi, İstanbul denen ışığın içinden geçiriyordu, Halil… Binlerce insan bir yerlere koşturuyordu. Binlerce yüz…

"Az kaldı. Yarım saat sonra buluşacağız onların söylediği yerde" dedi Halil. Yarım saat sonra, artık çok az arabanın geçtiği bir yolda park ettiler. Halil, Cemal Amca'ya beklemesini söyleyip, çıktı arabadan. İleride köşede birileriyle buluştu, konuştu ayaküstü. Sonra gelip "Cemal Amca, artık vedalaşma zamanı geldi," dedi. Adam arabadan inerek, bagajdan küçük el çantasını aldı. Halil elini öpmek için atıldı, ama Cemal Amca önce davranıp, tuttu onu. Halil'in iki yanağına ellerini koydu. Koyar koymaz Halil, Cemal Amca'nın sağ elinin avucunun içini öptü. Sıkı sıkı sarıldılar birbirlerine... Cemal Amca, çantasını alıp seyirtti köşede bekleyen adamların yanına ve onlarla birlikte yürüyüp gözden kayboldu.

akinolgun@mavimelek.com

Diğer Öyküler

MaviMelek | Retorikler | Öyküler | Şiirler | Derlemeler | Gökçeyazın | Denemeler    ©2007 MaviMelek            website metrics