"Hırsızlar Serencamı" | Ömer Leventoğlu"HIRSIZIN DA BİR AHLAKI VARDIR"Şafak atalı çok olmuş, hava ağarmış, artık cumartesidir. Temmuz sonlarının yakıcı günlerinden birinde, mahmur bir Ankara sabahında, altıya varmak üzere saatler… Sabahçı barlarından bile el ayak çekilmiş, yaz okuluna kalan öğrenci evlerinde göz kapakları ağırlaşıyor, sabaha kadar süren sohbetlere bir son vermek gerekir artık. Ne felsefeden ne matematikten ne de devrimden elle tutulur bir iş çıkar bu saatten sonra… Ekmek fabrikalarının, simitçilerin, biraz sonra sokaklara çıkacak olan kol börekçilerinin fırın damlarından ateş topları saçılıyor etrafa… Kan ter içindeki fırın işçileri alınlarını silerken, un beyazına banıyor ağız burunları; bileklerde bir dirhem fer bırakmamacasına iliğini kurutuyor insanın bu çalışma temposu. Bin yıllardır durmadan devinen emeğin serüveni hep yeniden, yeniden hayat buluyor. Ve borsacılar, bankacılar, finans yorumcuları, parlamento üyeleri, magazin programlarının müdavimleri boş bırakmışlar ekranları; tatsız sevişmelerini takip eden yılgın uykularındalar şimdi… Bizim Hüseyin, bugün değilse en geç yarın ayrılacak evden. Yine yalnız kalacağım… En son daha yeni, dün akşam konuşmuştuk, eşyaların bir kısmını taşıyacak; yeni bir ev tutmuş, ağustosun ortalarında yapılacak olan düğünün hazırlıkları son aşamaya getirilmiş. Birlikte taşırız herhalde eşyaları; kitaplarıma dikkat etmeliyim fakat… Gerçi her durumda birkaçını araklar, bu kesin, yine de mümkün olduğunca tetikte olmalıyım… Gece geç mi uyudum ne? Baksana eşyaları taşımaya başlamışlar bile… Ne zaman geldi bu kadar insan? Nasıl doluştular buraya, ortalığı toparlamaya başlamışlar çoktan… Lakin gözlerimi açamıyorum bir türlü. Hüseyin'in akrabalarında da bir saygı, bir tevazu ki sormayın… Sessiz hareket ediyorlar; ne kadar mütevazı böyle bu insanlar!.. Beni uyandırmamak için ne kadar dikkatli dolaşıyorlar böyle evin içinde. Parmak ucunda, bale yapar gibi bir ev taşıma eylemi bu… Nereden olayın içine girdiyse bilinmez, bir de tesisatçı dolaşıyor evde; bu kalabalıkta o da bir şeyleri tamir ediyor olmalı… Gözlerimi açmalıyım artık; çorbada bir kaşık tuzum olmalı… Taşınmaya, tesisatçıya, bu yoğunluğa katılmamak, kimseye yardım etmeden kıçını dikip kendini uykuya vermiş olmak ne kadar utanç verici… Hayır, bu kadarı mümkün değil ama… Yemin billah ediyorum uyanamamışım… Hüseyin saçmalama… Böyle aptalca bir kaçkınlığa meyletmem için, tembellikten daha güçlü gerekçeler söyle bana, iki parça eşyanın bir kulağından tutup atmamak için kendini tilki uykusuna verecek biri miyim ben yani? O kadar da değil artık… Yine de Hüseyin'in, benim bütün hallerimi bilip anlayan Hüseyin'in bile buna inanması imkânsız. Külahıma anlat sen bunu diyecek biliyorum… Kimi inandıracaksın? Koca ev taşınıyor, bir curcuna, bir hengame, sen uyanamıyormuşsun… Kendinden utanmalısın. Tamam peki, bir şey söylemek istemiyorum, iyi de peki bu tesisatçının ne işi var sabahın köründe bu evde?.. Baksana bir salona, bir mutfağa, bir balkona gidip geliyor; hummalı bir uğraşa dalmış olmalı, ne oldu ki bu evde, tesisatlara ne oldu? Şu lanet uyku… Kalkmalıyım artık. Adam yanımdan geçiyor, balkona doğru gitti işte. Kalktım… Doğrudan arkasından balkona… Ama tesisatçıya benzemiyor bu adam; henüz 17-18'inde bir çocuk bu… Balkon kapısından adımını sola atarken, soldan duvarın bitişindeki demirlere doğru dönerken gördüm onu, iki eli de dolu; birinde bilgisayarımın plazma ekranı, diğerinde siyah bir omuz çantası; Hüseyin'in sürekli omzuna asıp dolaştığı çanta bu… Peki bu adam elindeki tornavidayı, anahtarları, penseyi nereye bıraktı ki?.. Tesisatçının bilgisayar ekranıyla, Hüseyin'in omuz çantasıyla ne işi olabilir ki?.. Hayır, yok yok, evet, doğru galiba, bu işte, şu yaşadığımız durumda bir gariplik var; iki ay önce de yine tam bu saatlerde, sabahın köründe hırsız girmişti bu eve. Hırsız mı? Evet, şu önümdeki tesisatçı… Tesisatçı mı? Nasıl yani? Hırsız mı yoksa? Önümde adam, bir adım var aramızda, peş peşeyiz, sanki adam bana, "şu 12-14 anahtarı ver" diyecekti, öyle demesi gerekiyordu galiba; ama bu çocuğun elinde bilgisayar ekranı ve omuz çantası, balkon parmaklıklarının tam dibinde, aşağı doğru uzatacak, aşağıda biri mi var yoksa? Ne yaptığımı bilmeden bağırdım. "Bir dakika!" Şok halinde bir beden sarsıldı yerinden, galiba o da ne yaptığını bilemeden titreyerek döndü, tam el hizasında balkon masası duruyor önünde, masanın üstüne koydu elindekileri, aynı refleksin devamı olarak arka cebindeki bıçağına uzattı elini. Galiba saliseler içinde olup bitti bütün bunlar. Bir şey yapmalıyım ama… Bir şey de söylemeliyim… "Ne oluyor yaa? Sen kimsin?" Bıçağını da yerine koydu aynı hızla… Garip bir şekilde sersemliğimi kendisi için güven verici bir durum olarak mı yorumladı, yoksa yüz ifademden ona saldırmayacağımı mı anladı bilmiyorum. Ama yerine, arka cebine soktu işte bıçağını. "Tamam da kimsin sen? Ne işin var burada?" Elini cebine attı, bakır paralarını çıkarıp saymaya başladı; bir lira 75 kuruş… İkiye tamamlanmadı bir türlü… Yeniden, yeniden, birkaç kez soktu mu elini cebine, iki lira derken dürüst müydü, dürüstlüğünü kanıtlamak için mi uğraşıyordu? Evet, uğraştı; ama bilmiyorum, tam hatırlamıyorum, yine de iki lira çıkmadı işte. Dikkatle saydım ben de, bir lira 75 kuruş, iki lira olmadığından eminim. Her neyse, eksik çıktı işte para, hesap tutmadı, adım gibi biliyorum bunu. "Al işte, bütün param bu, istersen sana vereyim." Demirlere doğru uzandım, baktım. Evet mümkün, doğru söylüyor, zaten başka yerden çıkmış olması da mümkün değil… "Peki arkadaşın?" "Allahım yarabbim, ya hayır!.. Bak kardeşim, bak şu aldığın ekran, ne işine yarayacak senin, para bile etmez. Hatta geçende yine girmişlerdi bu eve, adam cep telefonumu almış gitmiş; ama içerde de aynısı var, inanmazsan göstereyim, 10 lira etmez makinesi… Yani yanlış yere geliyorsunuz!" "Abi öpecem seni!" Hayır olmaz, etme tutma derken, sarıldı elime, hadi elimi öpmesindense öpüşeyim bari… Hava ağarmış, artık cumartesidir. Temmuz sonunun bu yakıcı gününde, bu mahmur Ankara sabahında, altıya varmak üzere saatler. Belki de geçmiş altıyı, ve ben, hırsızımızla balkonda sohbet edip öpüşüyorum… Bir ara, güldüm kendi kendime, bağırayım diye düşündüm, "Hüseyin, gelsene, hırsızımızla tanış" diyecek gibi oldum, uyku sarhoşluğu, o şok hali, belki de ürker ya da utandırırım çocuğu, ayıp olur diye kaygılandım, karambole geldi, unuttum gitti… Ama bir şekilde şu sorunu mümkün olan en az belayla çözmem gerekiyor. "Tamam, buradan gidemezsin artık, etraftan görecekler, tehlikeli de ayrıca, bir yerini kırarsın, gel içerden, kapıdan çık bari." "Allah razı olsun abi" dedi, yeniden sarılıp öptü ve bir çırpıda tutunduğu demirlerden atladı, gözden kayboldu. Bir iki saniye durdum durduğum yerde, sonra hırsızımızın tuttuğu gibi, tıpkı onun gibi tutarak, bir elimde plazma bilgisayar ekranı, diğerinde omuz çantası, balkon kapısından salona girdim. Şuraya bak! Hüseyin de hemen yanı başımda, üçlü koltukta uyuyormuş. Baldır bacak dışarıda, derin uykuda hâlâ… Buna nasıl inanacağım şimdi, tam şurada, balkonda hırsızla 10 dakikaya yakın zaman geçirdim. Belki de bıçaklanıp düşmüş olacaktım, belki kan kaybı, belki başka bir şey, her neyse; ama duymayacaktı Hüseyin!.. Ben de kendimi uykucu bilirdim. "Hüseyin!.. Ya kalksana!.. Eve hırsız giriyor, balkonda yarım saat adamla cebelleşiyorum, sen uyuyorsun daha!" Yerinden fırladı Hüseyin, belki de bu kadar tatsız bir şaka yapamayacağımı hemen anlamasa inanmayacaktı bana; ama şafağın köründe, sırtım balkon kapısına dönük, iki elim dolu, birinde bir bilgisayar ekranı, diğerinde onun siyah, küçük omuz çantası… Üstelik, daha iki ay öncesinden benzer bir hırsızlık pratiğimiz var… İnandı… "Ne? Hırsız mı? Nasıl?" Hemen etrafı yokladık. Hüseyin'in cüzdanında yeni tuttuğu evin iki aylık peşin kirası, depoziti, harçlığı, benim cüzdanımda üç gün sonra gideceğimiz çekimler için kamera kirası, ekip vs ücretlerinin tamamı… Ama şuraya bakın, cüzdanlar, içindekilerle bir, tamam yerinde duruyor. Odamda küçük çaplı bir perişanlık, bilgisayarın ekran bağlantıları özenle sökülmüş, vidalar çıkartılmış, USB girişli aparatlar tertipli ve düzenli yan tarafa konmuş, kitaplığın rafındaki telefon cihazı yerinde, Hüseyin'in başucunda şarjdaki telefon orada, ama benim ekran boyası dağılmış olan, daha dün eski telefon tamircisinin, "Bu makine artık işe yaramaz, değiştireceğin parçanın fiyatı etmez" dediği telefonum yok… Allah Allah, bu mümkün değil, nereye bıraktım ki telefonu? Ama hayır, yok işte, dip köşeyi karış karış aradım, yok işte. Dur hele Hüseyin'in telefonundan çaldırayım, belki koltukların arasına bir yerlere düşmüştür. Tamam, çaldı işte; ama ses gelmiyor bir yerden. "Alo!" Hırsızımızla maceramız işte böyle sona erdi. Lokantaya getirmedi telefonu. On dakika sonra tekrar aradığımda da kapatmıştı. Rahatladım buna. Şifreli olduğu için bir daha açması imkânsızdı artık, bir yerleri arayamazdı, faturasını ödeyemediğim için her ay düzenli olarak kapanan hattı daha dün öğlenden sonra açtırmıştım, "Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor" sesi, şişkin bir fatura korkusunu yok etmişti bende. Bu rahatlıkla dışarı attım kendimi. Henüz açılmamış lokantanın önünde bir sağa bir sola gittim. İçimde garip bir tutkuya yol açmıştı bu çocuk. Belki karşıda bir yerden izliyor olabilirdi beni. Çağırıp sohbet etmek istiyordum. Hele bir de şu kendini mağdur gösterme çabası, şu yeminleri olmasa, çok çekici bir sohbet olabilirdi aslında. Çünkü gerçekte, bir hazine getirmişti hırsızımız bana, ama o hazineye ulaşmamı benden esirgemiş, çekip gitmişti. Şimdi karşıda bir yerde, şu kaldırımın oralarda oturuyor olsa, onu gördüğümde gülecektim, içten gülecektim, belki o da gülümseyecekti, sonra varıp yanına gidecektim: "Telefonu falan boş ver, al senin olsun, şu kartı bana ver, gel biraz sohbet edelim seninle… Abi nasıl yapıyorsun bu işi? Bu gece ne zaman, saat kaçta çıktın evden, nasıl bir evde oturuyorsun, şu kolların, yaşından fazla jilet kesiği, ne zaman yaptın bunları böyle, nasıl attın o jiletleri, nasıl boşaldı o kanlar? Geceleri yatağına girdiğinde karın boşluğunda keskin bir acı mı duyuyordun yoksa sen de benim gibi? Çözümsüz müydü bu kadar her şey? Psikoloğa gittin mi hiç? 'Psikolog…' Psikoloğu biliyor musun? İnsanların ruh sorunlarıyla ilgili konuşup duruyorlar hani… Ya da konuşturuyorlar insanları. Sonra sağlıklı oluyor insanlar. İlaçlar alıyorlar, düzenli kullanıyorlar bu ilaçları. Kimine spor tavsiye ediyor psikologlar. Senin bunlardan hiç haberin olmadı mı yoksa? 'Terapi' kelimesini biliyor musun? Ya tedaviyi? "Psikiyatri bürolarına randevuyla gidiliyor biliyor musun?.. Kolunu, bileğini kesmemek, sağlıklı bireyler olmak için yapıyorlar insanlar bunu… Yoksa sevdiğin kız seni terk ettiğinde, 'sen hastasın yaa' diye iğrenerek mi baktı yüzüne? O zaman mı kestin yoksa kollarını?.. Kaç jilet attın abi sen bu kollarına? Niye çetele tutmadın hiç? Halbuki bak, borsada günde kaç senet işlem görüyor, kaç liradan alınıyor, kaç liradan satılıyor, faiz nasıl iniyor, nasıl çıkıyor, Amerika'daki emlak piyasası istatistiklerine göre bilgisayar ekranları nasıl kırmızıya, yeşile boyanıyor, o boyaların her bir zerresinin bir istatistiği vardır, her bir noktanın bir kâğıt para cinsinden değeri… Senin çıkarıp sağdan saydığında 1,75 kuruş, soldan saydığında 1,75 kuruşun o televizyon ekranlarındaki renk zerreciklerinin zerresi bile olamıyor oysa… "Ya senin adın neydi cidden? Kaç kardeşsiniz? Hangi işlerde çalıştın? 'İstihdam'daki yerin nedir abi senin? 'Temsilde adalet, yönetimde istikrar'ı duydun mu sen? Hani oy verdin daha birkaç gün önce, inkâr etme, parmağına baktım, namuslu seçmenlerin gururla gösterdikleri o boyalardan vardı işte parmağında. Sen 'sıkı maliye politikası'sın abi… Ki kalkıp, 'sıkı maliye politikasını da bilmiyorum' deme şimdi bana. Sıkı maliye politikası vatandır kardeşim. Vatan, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Askere gittin mi sen? Hayır, tamam işte, bu 'BÜTÜN' için çarpışacaksın daha sen… Hani şu bir yerini incitmeden atlayıp zıpladığın bizim balkonun parmaklıkları ne ki; daha ne sarp kayalardan, geçit vermez dağlardan, koyaklardan, kayalıklardan geçeceksin… Karda, kışta, çığda, kavurucu sıcaklarda, uçurum zirvelerinde tetik çekeceksin, pusu atacaksın oralarda; kardeşlerini vuracak, kardeşlerinin elindeki namlulardan çıkan mermilerle vurulacaksın, tabutlara konacaksın sonra, al kırmızı bir tabutta, önce üniformalı sırtlarda, sonra melodik bir borazan eşliğinde, ritmik adımların taşıdığı omuzlarda getirileceksin buraya, gecekondudaki ailene teslim edileceksin. "Ayrıca bir şeyi merak ettim ben. Daha ben uyku sarhoşu, rüya arasında, şok halinde sana, 'bir dakika' dediğimde, hemen bıçağını çektin ya bana, bunu niye yaptın abi? Tehdit etmedim ki ben seni, henüz tanımıyordum ki, tesisatçı sanıyordum seni, belki de ev eşyasını taşıyan bir tanıdık… Ama sen bıçağını çektin tek hamlede? Dur söyleme… Niye çektiğini biliyorum ben. İki korkun vardı. İlki, seni vurabileceğim korkusuydu. Elimde hiçbir şey olmadığını, bir atlet, bir şort dışında üzerimde bir şey taşımadığımı gördün sonra… Görmüştün beni, ama bıçağını çekmiştin işte, çünkü ikinci korkun, polise vermemdi seni… 1,75'ini, hani o borsa tahtasındaki renklerin noktaları arasında nokta olmayan servetini teklif ettin bana… Seni uyanık seni… Kendini masum göstermek istedin değil mi, ahhh şu polis korkusu nelere kadir… Ah şu hırsızların, kapkaççıların, soyguncuların korkulu rüyası, kâbusu güvenlik kuvvetleri, karakollar, hücreler, mahzenler, adliyeler, mahkemeler, duruşma salonları… Onlar olmasa korkmayacaktın benden, çekmeyecektin bıçağını, katil olma korkusunu duymadığın o dehşetli ruh halin, o dehşet verici tedirginliğin, o imansız, atik, çevik hareketin, o kendini ateşe atan refleksin olmayacaktı bu korku olmasa sende. "Ama korkuyorsun adaletten sen. Davadan korkuyorsun, buydu sana bıçağı çektiren. Korkuyorsun, çünkü adalet, sana, başkasının mülkiyetine tecavüz etmeyi yasaklıyor, bunun için cezalandırıyor seni, bu cezadan korkak bir tavuk gibi kaçıyorsun, işte o ceza dehşete düşürüyor seni. Karakola çekildiğinde başına nelerin geleceğini biliyorsun çünkü. Adliyeye, hâkimin, savcının karşısına çıktığında seni nelerin beklediğini biliyorsun. Hadi itiraf et, daha önce girdin sen o karakollardan bir kaçına. Hiç girmediysen en az bir kez girdin, inkâr etme… Yoksa bu kollarındaki jilet kesiklerinden birkaçını da orada mı attın kendine? Dayanamadığın bir sıkıntı mı çektin yoksa o hücrelerin birinde? Gardiyanın biri kötü mü davrandı yoksa sana? Yoksa şefkat mi bekliyordun sen? Hayal kırıklığına mı uğradın yoksa? Kaldıramadın mı yoksa sana yapılan muameleyi? Ne yaptılar sana? Çekinme, konuş, hepimiz erkeğiz, erkek erkeğe konuşuyorum bak seninle… Ben hırsızıyla konuşan ilk kişi değilim ayrıca… Bugüne kadar seninle kim konuştuysa, onların hepsi benim gibidir… Her birinin herhangi bir şeyini çalabilirsin sen değil mi?!… Vicdan temizlemiyoruz burada, sadece hırsızın da bir ahlakı vardır ve belki de bunun tek ilkesi cesarettir. İşte şimdi adam akıllı bir hırsızsan, cesaretini topla ve itiraf et, ne yaptı o gardiyanlar sana?.. Bak bilmez değilim, çok gardiyanla konuştum ben. Amcamın oğlu da gardiyandır ve o, bir keresinde, hani ben gazeteci oldum diye, kıskançlıktan, o da cezaevindeki çocukları nasıl dövdüğüyle övünmüştü karşımda. Daha böyle birçoğunu tanıyorum. Birçoğunun itirafından söz etmeyeceğim bile sana; sadece övünçlerini dile getirirken açık ettikleri maceraları bile onların içeri düşen senin gibi gençlere neler yaptığını sezmemize yeter de artar bile. Sen söylemesen de biliyorum ben… "Ceza dediğin de işte budur. Suçun bir daha olmaması içindir ceza, bunu sen de ben de biliyoruz. Oysa biliyorum, sen ne kadar akıllı görünsen de, akıllanmamışsın, bu gardiyanlar, bu mahkemeler, hücreler, mahzenler, hâkimlerin kararları kâr etmemişe benziyor sana. Uslanmamışsın, ama elbette uslanacaksın, çünkü suç oldukça, şu içinde yaşadığımız dünyadaki mülkiyetlere tecavüz edildikçe, yani suç işledikçe senin gibi insanlar, ceza da olacak… Cezanı bulacaksın… Ya sen cezalandırılmazsan, ya mülkiyet hakkı korunmazsa, nasıl sağlanır ki adalet? Kolay mı sandın yoksa? Bu mahkemeleri, kanunları, nizamın sağlanması için ayrılan bütçeleri, hükümetlere bunun için yardımcı olan IMF'leri, uluslararası düzeni çocuk oyuncağı mı sandın? "Nizam namustur devletler için ve devlet bile borçlanıyor biliyor musun sen bu nizam için. Tıpkı gırtlağa kadar borca boğulan senin baban, benim anam, sen, ben gibi… Devletin parası orduya, işte bu senin gibi hırsızları yakalayıp adalete teslim edecek olan güvenlik güçlerine, yollara, borsa binasına ve cezaevleri inşaatına yetmediğinde, o da borçlanıyor. Ama gelip senin gibi evimize girmiyor devlet, her namuslu insanın yapacağı gibi gidip bankalardan, uluslararası sermaye sahiplerinden, elin gavurundan bile borç alıyor. Diyeceksin ki şimdi, bu bankalar, bu sermaye sahipleri, dev kurumlar devlete borç verdiğinde bunun karşılığını almıyor mu? Elbette alacak kardeşim! Hem de son kuruşuna kadar… Yeter ki kanuni olsun… Kanuna uygun olsun, kitapta yeri olsun… Evet alıyorlar, hem de senin aklının alamayacağı kadar alıyorlar karşılığını. Elbette bir iyilik yaptığında bunun bir karşılığı vardır. Ne yapıyorlar? Devlete borç vererek karşılığında faiz alıyorlar. Bu faizleri kanunsuz, keyfi olarak belirlenmiş oranlar olarak düşünüyorsan yanılıyorsun. Allah bilir, sen, 'serbest piyasa' denen şeyi bile bilmiyorsundur. Nedir biliyor musun serbest piyasa? Parası olan herkesin, serveti olan herkesin, bu servetini, parasını yatırdığı şeye karşı bir gelir elde etmesidir. Bu işin, yani bu servetlerin karşılığını bulması meselesinin, kendi kendine işleyen, kimsenin namusuna dokunmadan, kimsenin boğazına bıçak dayamadan işleyen bir mekanizması vardır. "Eğer devletin, daha çok paraya ihtiyacı varsa, o zaman ne yapacak, daha çok faiz ödeyecektir. Eğer ilerde daha da çok ihtiyacı olursa, o zaman ha bire yükselecektir faizler. Bu faizlere de hakkı vardır elbette servet sahiplerinin; çünkü servetini yatırıyor adam sonuçta; devlet de kanunsuz, hırsız değil ya, eşkıya değil ya, buna bir bedel ödeyecektir; mesela ne yapacaktır, daha çok istiyorsan, o zaman sadece daha çok faiz ödemekle kalmayacaksın, o servet sahibini vergi vermemekle ödüllendireceksin. Burada kimse kimsenin boğazını kesmez, aklın kuralları işler… Vergi vermedikçe, faizi çok kazandıkça ne oluyor peki? Serveti büyüyor adamın. Serveti büyüyünce ne oluyor? Toplam servetin paylaşımında daha avantajlı konuma geçiyor. Diyelim ki işte bu vatanımızda, bu bölünmez bütünümüzde 100 liralık toplam servet varsa, her seferinde bunun daha büyük bir kısmı bu yüksek faiz alan ve vergi ödemeyenin elinde birikiyor. O da ne yapıyor peki bu serveti? Devlet ihtiyaç duydukça yeniden ona veriyor, devlet de orduyu, mahkemeleri, halkın huzur ve güvenini sağlamakla görevli güvenlik birimlerini ayakta tutuyor. Neden? Çünkü huzur ve güven olmadan hiçbir şey olmaz. "Çünkü mülkiyet hakkı korunmazsa, hırsızlık yaptığında sen cezalandırılmazsan, mağazayı soyan biri cezalandırılmazsa, çekilmezse karakollara kapkaççılar, bir güzel pataklanmazsa cepçiler, nasıl korunacak bütün bu düzen? Bankalar nasıl çalışacak o zaman? Mahkemelerin harçları nasıl yatacak? Fabrikaların çarkı nasıl güven içinde işleyecek? İşçilerin ücretleri, sendikaların aidatları, bakanlıkların büroları, şirket kasalarının güvenliği, finans kurumlarının işleyişi nasıl sağlanacak kardeşim?!.. Eğer bunlar, bu sistem güvenlik içinde, saadet içinde çalışmazsa, istikrar olmazsa bir ülkede, nasıl toplanacak o zaman vergiler? Ne sanıyorsun sen? Peki bu vergiler toplanmazsa, nasıl korunacak bu ülke? Bu ülkeyi koruyan askerler, ordu, onların uçakları, topları, silahları ve mühimmatları, iaşeleri, istihkamları, füzeleri ve binaları, araçları ve ordugâhları nasıl var olacak? Bütün bunlara aklım ermez mi diyorsun yoksa? Sadece hangi eve nasıl girileceğini, demir parmaklıkların nasıl kesileceğini, düz duvara nasıl tırmanılacağını, parmak uçlarında yürüyerek yarı uykulu insanların arasında nasıl dolaşılıp yükte hafif pahada ağır eşyaların nasıl çalınacağını bilirim de başka bir şey bilmem mi diyorsun? Bırak bunları… Biliyorsun, anlıyorsun ne demek istediğimi, hem de bal gibi anlıyorsun. Bu kadar zekice hırsızlık yapan sen, söylediklerimi de anlıyorsun pekâlâ. Anlamamazlıktan gelme, inandıramayacaksın beni. Ki biliyorsun işte, bütün bu güvenliğin, adaletin, kanunun gereklerinin sağlanması, her suçun karşılığında mutlaka bir ceza konmasıyla mümkündür. Böyle olması gerekir. Gerekir, çünkü bu hırsızlıkların önünün alınmaması durumunda, sen de biliyorsun ki işte o zaman bütün bu sistem bozulur ve adalet işlemez hale gelir. Hukuku tanımaz kimse o zaman… Mahkemeleri sallamazsın o zaman, adım gibi eminim bundan. Ve işte bu türden, yani senin işlediğin türden suçların cezalandırılması gerekir ki, bu sistem çalışsın, devlet işini yapsın, ordular görevlerini yapabilsin, böylece bankalar rahat çalışabilsin. "Hani benim küçük hırsızlıktan başka bir şeye aklım ermez diyorsun; ama gözlerime bakışından, bu bankaların sahiplerinin, bono alıp satanların, faize para yatıranların, kasalarında tonlarca döviz bulunduranların bile senin gibi sabahın şafağında kalkıp işe çıkmadığını söyleyeceksin neredeyse. Az daha sesimi çıkarmasam, izin versem, neredeyse onları suçlamaya kalkışacaksın. Onların şimdi, şu saatte, güzel bir tatil kasabasında, lüks bir eğlence yerinde ya da bilmem kaç yıldızlı bir otelde, banka kartlarındaki elektronik işlemlerle ödemeler yaparak eğlendiklerini söyleyeceksin. "Ama kardeşim, şunu unutuyorsun ki, senin gibi küçük hırsızlıkların cezalandırılması, bu rejimin selametle işlemesi içindir. "Bir yerde duyarsan sakın kulak asma ama, işte benim söylediğim bu sözü, kimileri şöyle de söyleyebilir: 'Küçük hırsızların cezalandırılması, büyük hırsızlıkların meşru yollardan gerçekleşebilmesi içindir.' Ama sen de görüyorsun ki, bu ifade, son derece karmaşık ve ne dediği anlaşılmayan garip bir ifadedir." |


