[Öykü]"Âdem'in Elmaları" | Bahar Balıkçı"EĞER BİRİNE ÇOK ÂŞIKSANIZ KENDİNİZİ ONDAN AŞAĞI GÖRÜRSÜNÜZ"Perdeyi aralayıp baktığımda o hâlâ oradaydı. Kaldırıma çıkmış, sırtını duvara dayamış, deminki üç elmayı atıp oyuna devam ediyordu. Aslında Âdem'e kızgın olmalıydım. Gökten düşen üç elmanın da onun kısa pantolonunun önünde durmuş olması talihsizlik değil, benim açımdan büyük bir haksızlıktı. Hikâyeyi anlatan, anlatırken dinleyen ve hikâyenin kahramanı ben olduğuma göre o üç elmanın üçünün de benim hakkım olduğu tüm masal anlatıcıları tarafından da onaylanması gereken tarihsel bir gerçeklik değil mi sizce de? Kısa siyah pantolonunun üzerine giydiği mavi çizgili gri gömlek ve kulaklarının üzerine kadar uzamış sarıya çalan saçları onu olduğundan daha büyük, küçücük cüssesine göre de komik gösteriyordu. Oyununu oynayışındaki ciddiyetse görüntüsüne tuhaf bir saygınlık katıyordu. Âdem'de rahatsız edici bir şeyler vardı. Dolgun, beyaz ve yuvarlak yüzüne sonradan yerleştirilmiş gibi duran bal rengi gözleri her zaman fazla derin ve anlamlı bakardı. Aslında yüzündeki her bir organ diğerlerinden bağımsızmış gibi duruyor, fakat ayrı ayrılığın fevkalade uyumuyla mükemmel bir görüntü oluşturuyordu. Yaşıyla tamamen zıt bu hallerinin zaman zaman beni ürküttüğü itiraf etmeliyim. Öyle bir duruşu vardı ki Âdem'in, onunla asla normal bir çocukla konuşur gibi konuşamaz, şakalaşamaz, ona onun müsaade ettiğinden daha fazla yaklaşamazdınız. Onun bazen reenkarnasyonun ispatı olduğunu düşündüğüm zamanlar olurdu. Sanki doğar doğmaz içi kocaman bir erkeğin ruhu tarafından işgal edilmiş de bir an evvel bedenini büyütmeye çalışırmış gibi bir hali vardı. Oyun oynarken bile büyük bir insanın can sıkıntısını okurdunuz gözlerinden. Sanki zamanı hızlandırmaya, bir an evvel geçip gitmesini sağlamaya çalışıyordu. Oyunlarını da başkalarına kendisinin normal bir çocuk olduğunu düşündürtmeye çalışır gibi, ama “ben bu yollardan çoktan geçtim” bıkkınlığıyla oynuyor gibiydi. Âdem düşürdüğü üç elmayı yerden toparlamaya çalışırken perdeyi tekrar kapattım ve heyecanımı biraz olsun bastırmak için bir kadeh beyaz şarap doldurdum. Bir dikişte yarıladığım şarap beni yatıştırmaya yetmemiş, ağzımda bıraktığı mayhoş tadıyla kalmıştı. Fuad'ı tam yedi gündür görmüyordum. Yedi yılı aşkın ilişkimize ve 35 yaşıma rağmen onu her görüşümde yeni yetme bir genç kız gibi heyecanlanmam sizin gibi bana da tuhaf geliyordu. Bazen kalbim o kadar hızlı atıyordu ki onun bu gümbürtüyü duyacağını, benimle dalga geçeceğini düşünürdüm. Eğer birine çok âşıksanız kendinizi ondan aşağı görürsünüz. Kendinizi aşağı gördükçe yükseğe, onun seviyesine çıkmaya çalışırsınız. Bunu da ancak âşık olduğunuz kişiyi ezmeye çalışarak yaparsınız ve bu sizi hırçınlaştırır ya da benim gibi, duygularınızı tam olarak belli edemez ve suskun cariyelere dönüşürsünüz. Zaten eğer benim kadar çekingenseniz kendinizi mahalle kasabından bile daha aşağı görmeniz işten bile değildir. Hatta bu durum, hayatın normal akışına dönüşür ve zaten böyle olması gerekiyor diye düşünürsünüz. Bir zaman sonra da insanların size bakışının, sizin kendinize bakışınızla aynı olduğunu fark eder, dehşete düşersiniz ya da bu durumu benim gibi, sükûnetle kabullenirsiniz. Siz diğer insanlar için hayvanat bahçesindeki seyirlik maymunlar gibisinizdir. Sizi seyreder, belki önünüze birkaç çekirdek atar ve giderler. Onlar için, kendilerini eğlendirecek bir sirk maymunu bile değilsinizdir. Hayvanat bahçesinde bütün gün oturan, muz yiyen, üç beş dal arasında sallanan, muzu çalınan, çiftleşen maymunlar… Bundan fazlası değilsinizdir. İkinci kadehimi doldurduktan sonra Fuad'ı yoklamak ve gelmek üzereliğinin heyecanını, hâlâ reenkarnasyon mucizesi olduğunu düşündüğüm Adem'i seyrederek bastırmak üzere perdeyi tekrar araladım. Âdem yoktu. Yola, yolun hemen yanındaki elma ağaçları içindeki parka, kaldırıma, yolun diğer tarafındaki işportacı tezgâhlarının yanına baktım. Hiçbir yerde yoktu. Bir an için endişelendim. Evine mi gitmişti acaba? Belki de bakkala gitmişti ya da parkın benim göremediğim bir yerinde oyun oynuyor(muş gibi yapıyor)du. Hava kararmak üzereydi. Gözlerim krem rengi çiçek desenli tül perdedeki sigara yanığına takıldı. Sigara kalınlığındaki çevresi siyah delik, tuvalete yerleştirilen gizli kameralara ve genel evlerin odalarındaki izlettirme deliklerine benziyordu. Bir filmde görmüştüm sanırım, otuzlu yaşlarda bir adam yan odada sevişen çifti minicik bir delikten seyrederek mastürbasyon yapıyor ve muhtemelen hayatının en şehvetli anını yaşıyordu. Görme duyusu, en az kokuların baştan çıkarıcı evreni kadar etkileyici olabiliyor bazen. Bunu bana evinde birkaç porno CD'si bulduğum ve hayretle: “Ne işi var bunların sende?” diye sorduğum Fuad söylemiş, akabinde beni ilk kez öpmüştü. Çok ilginçtir ki sadece seyretmek, seyrettiğin şeyi yapıyor olmaktan daha haz verici olabiliyor bazen. Tıpkı bir masalı ya da herhangi birinin sıradan hikâyesini bile dinlerken duyduğumuz merakın, anlatılan o şeyi biz yaşarken hissettiklerimizden daha heyecan verici olması gibi. Yaşadığımız şey, anlatılmadığı sürece bizde bile yeterli etkiyi bırakmıyor sanıyorum. Belki de hiç arkadaşım olmadığı ve bu kadar çekingen olduğum için hayattan yeterince etkilenmiyorum. Hayatımın büyük bir kısmının bu evde geçtiğini söylemeliyim. Dışarısı beni huzursuzlandırıyor ve kendimi bir an evvel eve atmak istiyorum. Evim benim için gerçek bir sığınak. Şarap rengine boyattığım oturma odasının duvarları, çiçek desenli krem rengi tül perdelerim ve krem rengi saten güneşliğimle oldukça uyumlu. Açık sarı oturma grubum, açık ahşap rengindeki altı kişilik yemek masam ve fildişi geometrik desenli iki halım dekorasyonu tamamlıyor. Pencereler oldukça geniş ve güneşliği neredeyse hiç kapatmıyorum. Güneş sabahın erken saatlerinden itibaren telaşla doluşuyor oturma odama. O kaba ve kışkırtıcı sigara yanığı deliği canımı biraz sıksa da evimin en çok bu köşesini seviyorum. Ben küçükken annem elmayı, kabuğunu koparmadan sonuna kadar bir kerede soyar ve elmanın tepesinde döndürerek ona gül şeklini verirdi. Daha önce belimin aşağısını geçmeyen birkaç sevişme deneyimim olmuştu tabii. Bu konuda büsbütün tecrübesiz sayılmazdım, ama çıplaklık hiç bu kadar utanç verici, mahrem, sinir bozucu ve aynı zamanda zevk verici olmamıştı. Aslında hikâyemin bu itiraf kısmı canımı fena halde sıktı. Dürüst davranıp itiraf ederek kendi kendimi gammazlamış gibi hissediyorum. Neyse, lütfen hikâyemin bu kısmını okuduktan hemen sonra unutun ve kapının nihayet çalınışını üçüncü kadehimle kutlayalım. İleriye doğru itilerek (geriye doğru itilebilirmiş gibi) açılan kapılar tehlikelidir. Dışarıda (ki kapının diğer tarafıdır) sizi bekleyen şeyi görmeden bir anda adım atarsınız. Oysa kapının dışı devasa bir hortumla tamamen uzaklara savrulmuş olabilir ya da asansör boşluğuna düşebilirsiniz. Kapının hemen ardındaki (ki orası dışarısıdır) minicik bir basamak bile sizi tepe taklak yere yuvarlayabilir. (bu, devasa hortumun, apartmanın yirminci katındaki kapının -kapıların- ardını tamamen yok etmiş olmasından iyidir) İçeriye doğru çekilerek (dışarıya doğru çekilebilirmiş gibi) açılan kapılar ise hadım edilmiş bir oğlan çocuğu kadar tekindir. Adım atmadan önce, düşünecek en az bir saniyeniz vardır. İşte buradaki tek bir saniye hayatınızı kurtarabilir. Gelen Âdem'di. Sarıya çalan saçları kulaklarının üzerine kadar uzamış, dolgun beyaz ve yuvarlak gözüne sonradan yerleştirilmiş gibi duran bal rengi gözleri ve derin bakışlarıyla Âdem… Tam o sırada kapı çaldı. Bu sefer gelen kesinlikle Fuad olmalıydı. Gelip beni bu saçmalığın içinden kurtaracaktı. Müzeyyen Ablanın beni oturttuğu koltuktan hızlıca kalkıp koşar adım kapıya yöneldim. Gelen beyaz önlük giymiş birkaç kişiydi. Bana sakin olmamı söylüyorlardı. (sakindim hâlbuki) Neler olduğunu anlamaya kalmadan Müzeyyen Abla arkamda belirdi ve: “Ben çağırdım sizi. Bu kadın çok hasta. Yedi sene önce Fuad diye biriyle beraber olmuş. Adam bunu kandırmış. Evleneceğiz demiş…” Fuad beni kandırdı. Evleneceğiz dedi. Gitti ve bir daha gelmedi. Giderken Âdem'i bıraktı bana.
|

