[Öykü]"Bir Pera Masalı" | Erinç Büyükaşık"YOKSULLUK ÖLÜM MÜ KOKARDI?"Birinci Ses (Ali’nin Öyküsü)Uyandı. Nem ve küf kokan deponun hava boşluğunda günlerdir yataktan başını her kaldırışında yıkanamamanın ağır kokusunu duyuyordu. Tiksindi birden kendisinden. Korktu cılız, zavallı vücudundan. Kendisini bir o kadar yabancı buldu o an, kırık ayna parçasında siyahlaşmış yüzüne bakmak istedi. Mardin'den dört yıl önce buralara geldiğinde kendisini yıllarca avutan o boş düşlere kızdı içten içe. Beyoğlu'nun dip dibe apartmanlarının arasında günlerdir kaldığı bu deponun bahçe boşluğunda rengi kirden grileşmiş yatağın üzerinde dönüp durdu uyanmamak isteğiyle. Depoda onun gibi yatıp kalkan diğer arkadaşı küflenmiş, kirli ve nemli yatakta, apartmanın lağım sularının aktığı deponun içinde uyuyordu. Artık ne bu deponun ağır, mide bulandırıcı kokusundan ne de depoda biriktirdikleri çöp yığınağından tiksinti duyar olmuşlardı. Mahalledekilerin kendilerinden hiç mi hiç hazzetmedikleri, belli aralıklarla polisi aradıkları, polislerin olağan bir kimlik kontrolünden sonra, "Buralarda dolanmayın!" tehditleriyle yüz yüze geldikleri de bir gerçekti. Polisler geldiği gün birkaç saat depodan uzaklaşırlar, sonrasında yine akşamın karanlığında dönerlerdi bu izbe yere. Gece topladıkları çöpleri depoda tutuyorlar, sabaha doğru bu çöpler arasında işe yarayanları, plastik şişeleri, kimi zaman da hırdavatçıların üç beş kuruş verdikleri atılmış elektronik eşyaları ayırırlardı. Çöplerden üstlerine başlarına uygun giysilerin çıktığı da olurdu hani. Erdoğan Ağabey sayesinde karınları doyar olmuştu. Bu depoyu da o ayarlamıştı onlara. Arada bir bira ve esrar da getirir olmuştu. Kendilerinden geçmek, yaşadıkları dünyanın acımasız somutluğundan çıkmak için her tür uyuşturucuyu denemişlerdi on beşinden beri. Bedenleri uyuşunca ruhları da uyuşuyordu belli ki. İkinci Ses (Murat’ın Öyküsü)Her zaman kendisini güzel, alımlı bir kadın gibi düşlerdi çocukluğundan bu yana. Anası kız diye doğurmuş; ama oğlan bedeniyle çıkıvermişti sanki. Çocukluğunda amcasının sarkıntılıkları, ondan faydalanması, bu küçük oğlancığın ses çıkaramayışı ve "Sus, bak seni güzel bir kız yapmak için büyük şehre götüreceğim, istersen yengenin üstüne de alırım seni," türü sıkıştırmaları. Amcasının vaatleri geçiverdi zihninden. Gece boyunca içtiği biranın da etkisiyle depodaki yatağın üzerinde sızıp kalmıştı yarı çıplak. Aylardır da yıkanmıyordu, sabahları su şişesine doldurdukları kirli depo suyuyla yüzlerini yıkamaları sayılmazsa. Çöp toplayanın yıkanmaya ne ihtiyacı olsun ki, yine sabahtan itibaren Tarlabaşı Caddesi boyunca çöp toplamaya devam edeceklerdi. Depoda kaldığı günler boyunca üç beş kuruş karşılığı düşüp kalktığı oluyordu çevredeki adamlarla. Özellikle karılarından memnun olmayan kırk yaşlarındaki adamlarla. "Balamozlardan" başka kimse de rağbet etmezdi ona zaten. Onun da alıcısı vardı muhakkak. Kirli, kokan teni için bedeni de çoktan parayla, içkiyle, esrarla alınır satılır bir mal olmuştu. Çocukluğunda yaşadığı tacizin yaşamının yönünü değiştireceğini bilemezdi kuşkusuz. Ailesi hâlâ köydeydi. Babası, "Benim öyle karı kılıklı oğlum yok," diyerek çoktan evlatlıktan çıkarmıştı onu. Gece topladıkları çöpleri depoya yığdıklarında onun müdavimi olan orta yaşlı temizlik işçisi de takılmıştı peşlerine. Yılışık, aslında kendisi gibi pis kokan, dişleri sararmış, göbekli; tüm bu iğrenç görünüşüne rağmen uysal, sevecen sayılabilecek bir adamdı. Bazen ruhundaki kadın onun gibi bir kocası olmasını arzulardı. Belki bu deponun küflü, nemli, pis kokan duvarlarından onu çıkarıp "evinin hanımı" da yapardı bu adam onu. Aptalca bir düştü sadece, adam evliydi. Belediyede çalışıyordu. O da çöp toplardı; ama o topladığı çöplerden dolayı maaş alırdı, belediyede kadrolu işçi olarak belli bir forsu vardı. Halbuki o ve arkadaşı çoğunlukla bu izbe depolarda biriktirdikleri çöplerden dolayı yine belediye ekipleri tarafından sokağa atılırlardı. Bu şehirden başka gidecek bir şehir olamazdı onun için; ama bu şehirde bu hayattan başka bir hayat mümkün olabilir miydi? Sabah sabah gözünden anlaşılmaz bir yaşın döküldüğünü fark etmişti yüzünü yıkamaya yöneldiğinde. Zaten kimseye de açılamaz, içindeki korkunç sıkıntıyı anlatamaz olmuştu. Yan komşuları Zehra Abla bile anlayamazdı onu. Aslında Zehra Abla'nın az iyiliği dokunmamıştı onlara. Arada bir kap sıcak yemek onun sayesinde girerdi boğazlarından. Üçüncü Ses (Zehra’nın Öyküsü)Onlar da Mardin'den gelmişlerdi ailecek. On yıl önce Beyoğlu'nda bu eski viran apartmana yerleşmişler, asıl ev sahipleri yıllar önce zorunlu göçle Yunanistan'a dönünce uzak akrabaları aracılığıyla boş kalan bu evde yaşamaya başlamışlardı. Kocası elektrik işlerine bakardı. Depoya bu çocuklar geldiğinden bu yana içindeki acıma duygusuyla kendisinden başka acınası hayatların olduğuna inanır olmuştu. Onların öyküsü biraz da kendi göç öyküsünü çağrıştırıyordu ona. Okuma yazma bilmez, toprak ve ev işlerinden başka bir işten de anlamazdı. Koca şehirde ev temizliğine giderek yardımcı oluyordu aile bütçesine. Yıllar önce kış kıyamette, karın sulu sepken yağdığı o aralık soğuklarında sığınmışlardı bu eve bir bohça ve bir iki ufak eşyayla. Bu çocukların da öyküleri ona yakın gelmişti bu nedenle. Hele içlerinde en çok "biraz kız gibi" olanını çok severdi. Adamlarla yattığını düşüp kalktığını söylüyordu mahalleliler geceleri bu çocuğun. Toz kondurmazdı bu oğlana. Her defasında pencereden "Abla, abla! Dünkü verdiğin yemek ne güzeldi öyle." dediğinde keyifleniverirdi kadıncağız. Acıyordu elbette onlara; ama bir anaç yanı da vardı bu acımanın. Her akşam yediği dayağın, ağza alınmaz lafları aksak kocasından işitmenin ezikliğiyle bu çocukların yoksunluk içindeki dünyalarını karşılaştırır; karnı her gün doyduğu, eve her gün ekmek girdiği için mutlu olurdu. Mahalledekiler yine şikâyet etmişlerdi bu oğlanları. Söylediklerine göre çöp kokusundan durulmaz olmuştu mahallede. Ne isterlerdi ki bu gariplerden? Üstelik o küçük oğlunun onlarla arkadaşlık etmesine bile bir şey demezdi. İyi çocuklardı aslında ve aç kalmamak için çöp topluyorlardı. Şu mereti içiyorlardı evet, alkol almadıkları gün de yoktu. İçsinlerdi. Mahalledeki nice ergen de kullanıyordu esrar meretini. Alkolse, kocası da içerdi her gün. Üstelik bir küçüğü de bitirirdi bir gecede. Ardından da bir bahane bulur, döverdi bu kadıncağızı. Arada kocası inşaatların moloz işlerini de ayarlamaya çalışırdı bu oğlanlara. Geceler kadar uyumamalarına, çalışmayı çok da sevmemelerine içerlerdi yine de. Çoğu kez hemşerilik damarı kabarıyordu tüm bu kızgınlığına rağmen. Mardin, Urfa… Komşu memleketlerdi bunlar. Aynı toprak sayılırlardı. Aynı topraktan benzer sürgünler… Hele de anasının kasıklarından zorla çekilen, yüzü sapsarı, cılız oğlunun bu acayip oğlanları sevmesi de rahatsız etmezdi kocasını. İç SesYoksulluk ölüm mü kokardı, lağımlar arasındaki yaşam göçle yollarını kesiştirir miydi? Bu soruya yanıt arıyordu bu öyküyü yazan. Beyoğlu'nun yüzyıllardır değişmeyen çok sesliliğinde sesini duyuramayan, sesini çoğaltamayan yoksulluğun öyküsü zaten bu sokaklara çoktan sinmişti. Etler, bedenler, ruhlar pazarlanırken sokaklarda; yasalar gücün koruyuculuğundan yanaydı. Pera'dan artakalan yıkılmaya yüz tutmuş yapılar dünden bugüne tanıktı. Bu sokakların kirine, pasına, gecesine ve gündüzüne… Ali, Murat, Zehra ve kocası; çöp, lağım kokuyordu belki; yoksulluk ve miskinlik kokarlardı. Ama bir hayli İstanbul'du yüzlerinden yansıyan. Her yol öyküsünün kesiştiği bu acılar kentini tarif ediyordu bu iki çocuğun yorgun ve bitkin yüzü. Öykünün yazarı ise artık bu şehrin ses vermesini istiyordu bir trajedi kahramanı olarak.
|

