"Demiryolu Çocukları" - Akın Olgun"BABA TREN YAKALADI ONU..."Kar yağışı sanki hiç durmayacak gibiydi. Ahmet cama yapışmış dışarıyı seyrediyordu. Kar sokağa lapa lapa düşüyor, yerde kalın bir örtü oluşturuyordu. Arkadaşları ise bu ardı arkası gelmeycekmiş gibi yağan kar içinde yuvarlanıp duruyorlar, kayıyorlar, bahçe duvarını siper yapıp kar topu savaşı yapıyorlardı. Ahhh şu babası yok muydu? Bugün evde olmasa, şimdi o da atmıştı kendisini arkadaşlarının arasına. Ama babası dışarı çıkmasına izin vermiyordu. Hem de hiçbir neden göstermeden "Çıkmayacaksın dedim o kadar. Hadi git dersini çalış, aylaklık yapma" diye de azarlamıştı. Israrı sürdürünce de babası, ensesine şaplağı basmıştı. O da ödevinin başına oturmuş, aklı dışarıda, gözleri ise hiç anlamak istemediği dersinde oyalanmaya başlamıştı. Biey, Tom, Hayalci, Selvi Boylum, Akkaya yani tüm arkadaşları belki de şimdi uzun eşek oynuyorlardı karın içinde. Düşündükçe içi gidiyordu. Şu babası evden bir çıksa, kahveye bir gitse, hemen kendisini dışarı atacaktı. Babası çoktan kahveye gitmeye hazırdı ama, şu anası… Adamın başının etini yiyordu. Ne varmış bu kahvede, para harcıyormuş, zaman harcıyormuş, fosur fosur sigara içiyormuş, sonra da gidip kafayı çekiyormuş, çocuklarının rızkını onun bunun midesine yolluyormuş, muş, muş... Bu haftasonu da annesinin çenesinden kurtulmak isteyen babası, Cumartesi günü hiç çıkmadan evde oturduğunu ve çok sıkıldığını bahane ederek, kahveye gitmenin yollarını arayacaktı. Pazar günleri evden kurtulmak için artık bu taktiği geliştirmişti. Fakat şimdi de babası evde olmasının sinirini, Ahmet'ten çıkartıyordu. Kendisi dışarıda olmadığına göre, hiç kimse evden çıkmayacaktı. Ahmet, babasının bu ruh halini iyi biliyordu. Annesi bütün bir hafta içi dırdır ediyor, söyleniyor adam da hanımının çenesinden kurtulmak için bir gününü feda ediyordu. Ediyordu etmesine ama, kendisi bunun kurbanı oluyordu. Oyun oynamak herkes gibi Ahmet'in de hakkıydı. Babası bu hakkını resmen gasp ediyordu. Ama görürdü o. Yarın bütün gün dışarda oynayacak ve bunun acısını çıkartacaktı. Babası Ahmet'in ders çalıştığı odanın içinde adeta volta atıyordu. Bir oturuyor, bir kalkıyor, bir sigarayı yakıp diğerini söndürüyor, kendi kendine söyleniyordu. Annesi ise kocasının bu üfleyen püfleyen haline sinir oluyor, o da kendi kendine söyleniyordu. Sonunda annesi öfkeyle patladı. "Hadi git gözüm görmesin seni… Suratını çekmektense, seni görmemek daha iyi". Ahmet'in gözleri fal taşı gibi açılmıştı birden bire. İçinden "Aslan annem" diyerek, babasının hemen toparlanıp evden firar eder gibi çıkmasını seyretti. Babası kapıdan çıkar çıkmaz, o da hemen üstünü giyinmeye başladı. Annesi Ahmet'in bu acelesine sinirlenmiş "Babası kılıklı işte. Kendisini dışarı atmak için nasıl da çırpınıyor" derken, arkasına da aceleyle sıraladı, “Üstünü sıkı sıkı giyin, koşturup terleme sakın, eve erken gel!” Ahmet her şeye "Tamam anne, tamam anne" diyor, geçen zamanı yakalamaya çalışıyordu. Giyinip kapıya geldiğinde annesinin bağırışını duydu: "Kör olasıca sakın demiryoluna inme, kırarım kemiklerini." Ahmet annesinin uyarısına cevap bile vermeden, kapıyı kapatıp fırladı sokağa. Koşa koşa mahallenin üstünde arkadaşlarıyla her zaman buluştukları belediyenin konuk evinin arkasına gitti. Yanılmamıştı bütün arkadaşları oradaydı. Kar topu savaşından yorulmuş, boş olan konuk evinin arkasında eğlenmeye başlamışlardı. Ahmet'i görünce hepsi bir ağızdan, "Nerede kaldın Taşkafa?" diyerek, kenara yığdıkları kar toplarını birden ona atmaya başlamışlardı. Ahmet, kar topu yağmuru altında onlara karşılık vermeye çalışıyordu, ama nafileydi. Bütün arkadaşları üzerine çullanmış, karları kazağının altından koynuna doldurup eğlenmişlerdi. Konuk evinin bulunduğu tepe bütün kasabaya hakimdi. Evin altından bir tren köprüsü geçiyordu. Tren garı ise uzaktan görünüyordu. Ahmet birden dönüp arkadaşlarına, "Beni beklemeden mi indiniz yoksa tren yoluna?" diye bağırdı. Arkadaşlarından en iri yarı olan ve Tom dedikleri cevapladı onu. Hep homurdanarak konuşurdu Tom. Yine homur homur, "Vallaha billaha ben inmem, babamdan geçen gün yediğim tokatların acısını hala çekiyorum." Gerçekten de Tom, babasından inanılmaz korkardı. Babası onu hiç acımadan, ölesiye döverdi. Tom babasının ismini ne zaman duysa eve koşmaya başlıyordu. Arkadaşları da onun bu korkusunu bildiklerinden, hiç beklemediği bir anda "Baban geliyor Tom" derledi. Tom, babasının ismini duyar duymaz önce saklanacak bir delik arar, sonra arkadaşlarının "Şaka Tombalak, şaka yaptık" sözleriyle kendine gelirdi. Ama içindeki korkuyu atamaz, hep arkasını sağını, solunu kolaçan ederek bakardı. Tik haline gelmişiti bu onda… Dünyada ondan başka böyle tiki olan kimse var mıydı acaba? Baba tiki galiba sadece ona aitti. Ahmet, Tom'un verdiği cevaptan memnun kalarak gülmeye başladı. Demek ki kimse tren yoluna inmemişti. Demek ki kimse trene yakalanmamıştı. Aralarında en hızlı koşan uzun boyu ve uzun bacaklarıyla Selvi Boylum'du. Asıl adı Hamit'ti, ama arkadaşları onun boyundan dolayı bu yakıştırmayı yapmışlardı. Herkesin bir lakabı vardı. Kimse kimseyi ismiyle çağırmaz lakaplarıyla seslenirlerdi birbirlerine. Selvi Boylum, Ahmet'in tren yoluna inme hevesine, "Herhalde beni geçeceğini düşünmüyorsun değil mi Taşkafa?" diyerek önceki trene yakalanma oyununda nasıl geride kaldığına bir atıfta bulunuyordu. Ahmet, "Sende o leylek bacaklar varken, seni geçmek imkansız." diyerek cevapladı sorusunu. Herkes bu leylek bacak meselesine katıla katıla gülmeye başlayınca, Selvi Boylu Ahmet'i konuk evinin çevresinde kovalamaya başladı. Diğerleri de "Tavşan kaç, tazı tut" tekerlemesiyle tempo tuttular. Ahmet sonunda çaresiz teslim oldu ve Selvi Boylu'nun ağzına tıkıştırdığı karları bir ceza olarak yedi. Akkaya artık dayanamayarak, Hayalci bugün hiç konuşmuyordu. Aslında aralarında en çok konuşan ve kurduğu hayallerle herkesi kendi dünyasına çeken Hayalci'ydi. Derin bir nefes çekerek: "Arkadaşlar ben yarın, çarşıdaki İbrahim amcanın kahvesinde işe başlıyorum" diyerek önündeki taşa okkalı bir tekme salladı. Hayalci'nin babası kanserdi ve doktorlar onun çok uzun yaşayacağına ihtimal vermiyorlardı. Hayalci daha ilkokulu bitirir bitirmez, babası bir ayakkabı tamircisinin yanına çırak olarak onu işe koymuş, ustaya da "Eti senin kemiği benim" diyerek teslim etmişti. Hayalci ayakkabı ustasının yanında çok çabuk işi kapmıştı. Fakat ustası aniden ölünce dükkan kapanmış, o da işsiz kalmıştı. Babasının hastalanıp işi bırakmasından sonra da, abisiyle birlikte, ailenin tüm yükünü çekmek zorunda kalmıştı. Kah kasabaya inşaat için gelen tuğlaları indirmeye gidiyor, kah kazma kürek işi bulursa oraya koşturuyordu. Ama kış bastırınca Hayalci de yapacak bir iş bulamaz olmuştu. Abisi kahveci İbrahim'le konuşmuş ve Ahmet'in babasının da takıldığı bu kahvede Hayalci'yi çalıştırması için ikna etmişti. Hayalci, "Arkadaşlar birgün bütün kaderimiz değişecek, değişmek zorunda. Bugün burada, kendi aramızda bir söz verelim birbirimize. Kim zengin olursa o diğerlerine yardım edecek." deyip herkesin gözünün içine baktı tek tek… -Söz mü Tom? Herkesten sözü alınca da "Hadi gidip trene yakalanalım, kutlayalım bunu." deyip tepeden aşağıya, tren raylarına doğru kaymaya başladı. Birazdan trenin içinden geçeceği o tünelin ağzına gelmişlerdi. Tünel yaklaşık yüzelli metreydi. İçi zifiri karanlıktı. İçinde ancak iki insanın sığabileceği kadar küçük, iki korunak vardı. Rayları kontrol eden bekçiler, eğer tünelin içindeyken tren gelirse, hemen kendilerini bu korunağa atıyorlar, tren geçtikten sonra da yollarına devam ediyorlardı. Tüneli raylardan ayıran bir metrelik boşluk vardı. İşte bu boşluk, Ahmet ve arkadaşları için, trene yakalanma oyununun en önemli yeriydi. Oyunun tek bir kuralı vardı. Tren uzaktan göründüğü anda, hepsi rayların ortasına diziliyor ve yaklaştığı anda, hep beraber tünelin içine doğru koşmaya başlıyorlardı. En hızlı koşan kendisini korunağa atarak sağlama alıyor, atamayanlar ise bu bir buçuk metrelik boşluğa kendisini atarak, boylu boyunca uzanıyordu. Tren, tünele düdüğünü çala çala giriyor ve tüm tünel bu sesle inliyordu. Kendini tünelin kenarlarına atan herkes, yanlarından geçen trenin rüzgarını hissediyordu. Sanki tren, boylu boyunca yattıkları yerden onları kendisine doğru çekiyor gibi oluyordu. Tren geçip gittiğinde, yattıklari boşluktan çıkıp, bağıra çağıra naralar atarak eğleniyorlardı. Bir çeşit cesaret oynuydu bu onlar için. Tren uzaktan görünürken Selvi boylu işaretini verdi: “Yan yana dizilin, geliyor". Tren yaklaşınca koşmaya başladılar. Sanki tren hemen arkalarındaydı. Kalpleri inanılmaz atıyordu. Nefes nefeseydiler. Herkes tren düdüğünün sesini duyunca, kendisini kenara attı. Tren hızla geçiyordu yanlarından. Rüzgarı, üstlerindeki elbiseleri sanki vücutlarından ayırıyordu. Tren geçtiğinde Selvi Boylu korunaktan çıkıp "Oleyyyyyy, oleyyyyyyy" diye bağırmaya başladı. Hepsi onun bu nağrasına eşlik etti. Tünelde, trenin bıraktığı kömür kokusu ve simsiyah is, olduğu gibi duruyordu. . Tünelden geçen trenlerin bıraktığı kurumlar duvarlara, yerlere yapışıyordu. Oyun bittiğinde, elleri yüzleri simsiyahtı. Hemen yerlerdeki kar örtüsünün üstüne kendilerini atıp ellerini, yüzlerini karla temizlediler ve tepenin üstündeki küçük mağaraya doğru tırmandılar. Her tren yakalanmanın ardından yaptıkları bir işti bu. Mağarada ateş yakıp ısınıyor, ateşin başında sohbet ediyorlardı. Hayalci'nin kurduğu hayallerin içini genişletiyorlardı. Mağaraya çıkmadan sağdan, soldan çalı çırpı topladılar. Mağaranın içinde önceden bıraktıkları, kağıt ve üstüplerle tutuşturdular çalı çırpıyı. Isınmaya başladılar. Ellerini ayaklarını ateşe uzatarak kuruttular, kazaklarını, paltolarını, ceketlerini… Selvi Boylu, Herkes ateşin etrafında hep bir ağızdan konuşmaya başladı. Selvi Boylu'nun önerisi, bir anda kaynadı içlerinde. Ahmet kafasında gruplarına bir isim düşünmeye çoktan başlamıştı bile. Herkes ortaya bir isim atıyordu. Biey "A takımı olsun" dediğinde, herkes ona takılan lakabın, televizyondaki A takımı dizisindeki adamdan aldığını biliyordu. Gülmeye başladılar. Biey sinirlenmişti, "Ne gülüyorsunuz lann hıyarlar, varsa bulduğunuz bir isim söyleyin”. Bir an sessizlik oldu. "Demiryolu çocukları" dedi Ahmet. Hayalci birden yerinden kalkıp alnından öptü Taşkafa'yı. "İşte bu! Harika bir isim grup için". Kimse ses çıkarmadı. Hepsi katıldı bu isme. Hayalci de alnından öptüğüne göre iş tamam demekti. "Ama, ya lider…" dedi Tom ve devam etti "Lidersiz grup olur mu yaa… Ben kendimi öneriyorum." diyerek dönüp Hayalci'ye baktı. Hayalci, "Ne o kalkıp alnından mı öpeyim lan? Ne bakıyorsun aval aval. Babanın ismini duyunca saklanacak delik arıyorsun, bir de lider olmak istiyorsun" deyince herkes kahkahayla gülmeye başladı. Tom "İyi be iyiii… geri aldım önerimi. Seçin hadi kimmiş lider görelim?" Akkaya, "Selvi Boylu olsun" diyerek kalkıp Selvi Boylu'nun alnından öptü, tıpkı Hayalci'nin yaptığı gibi. Çok eğleniyorlardı. Alnından öpülen görevi almış oluyordu. Kimse itiraz etmedi. Selvi Boylu "Madem beni seçtiniz arkadaşlar, o zaman hepiniz alnımdan öpün. Yoksa liderliği kabul etmem haaa" diyerek, kabul ettiğini şakayla karışık söyledi. Herkes kalkıp birbirini alnından öpmeye kalkışınca, ortalık birbirine girdi. Neşeli çığlıklar atarak, bir anda alt alta, üst üste yere yığıldılar. Yerdeki debelenmeleri bitince, mağaranın sisten kararmış duvarına DYÇ yazıldı. Sonra altına takma adlarını yazarak, gururla imzaladılar. Tom, "Benim gitme saatim geldi" dedi ve panikle ayağa kalktı. Herkes artık çok geç olduğunu onaylayarak, hep birlikte evlerinin yolunu tuttular. Ahmet eve geldiğinde, bütün üstü başı is kokuyordu. Annesi "Allah belanı vermesin çocuk, nerelere sürtündün yine?" diyerek, Ahmet'in üstündeki giysileri çıkartmaya başladı. Ahmet, hemen banyoya girip yıkandı. Pijamalarını giyinerek, sıcak sobanın yanına oturdu. Annesi, akşam yemeğini hazırlıyordu. Ahmet annesine, "Bugün DYÇ'yi kurduk anne. Bir de lider seçtik aramızdan. Biz arkadaşlarla hiç ayrılmayacağız anne. Kim zengin olursa, o diğer arkadaşlarını yanına alacak anne. Söz verdik birbirimize…" Annesi, "Sizden bu kafayla adam çıkmaz. Olsa olsa çöpçü, hırdavatçı olur. Boş gezenin boş kalfaları yani!" Ahmet annesine itiraz edecek gibi oldu, ama sonra vazgeçti. Eğer itiraz ederse, annesinin aklına bu sefer “Raylara indiniz mi?” sorusu gelecek, kendisini sorguya çekecekti. En iyisi susmak ve önüne konan çorbayı bitirmekti. Babası çok geç saatte eve gelmişti. Annesi kapıyı açar açmaz patırtı başlamıştı. Ahmet artık alışmıştı, babası ve annesi arasındaki bu patırtılara. Birgün babasına, "Neden hep kavga ediyorsunuz?" demişti. Babası ise, "Oğlum biz birbirimizi böyle seviyoruz. Birbirimize bağırıp çağırmazsak, bu evliğin tadı olmaz. İnsan birlikte yıllarca yaşayınca, kahır arkadaşı oluyor, acı arkadaşı oluyor, kader arkadaşı oluyor, huyu huyla benzeşiyor. Bizde böyle işte… Sende bir gün evlendiğinde anlarsın ne demek istediğimi" demişti. İşte yine birbirlerini seviyorlar diye düşünerek, daldı uykusuna. Ahmet sabah kalktığında, babası evde yoktu. Annesine yanlışlıkla babasını soracak olsa, emindi ki, annesi bir anda parlayacak, konuştukça konuşacaktı. Hiç ağızını açmadı Ahmet. Kahvaltısını yapıp derse oturdu. Biraz ders çalıştıktan sonra, hayallere daldı. Arkadaşlarını çok seviyordu Ahmet. Onlarsız bir mahalle düşünemiyordu. İyi ki vardı arkadaşları. Kavga ediyorlar, tartışıyorlar, zaman zaman birbirlerini kırıyorlardı, ama küskünlükleri en fazla bir iki saat sürüyordu. Sonra yine koşturuyorlardı mahallenin sokaklarında. Bir ara hayal meyal sesler duydu. Kapı çalıyordu ve annesi Ahmet'e kapıyı açması için bağırıyordu. Ama, Ahmet düşüncelerine o kadar dalmıştı ki, ne annesini, ne de kapının sesini duymuyordu. "Allah canını almasın çocuk emi? Boğazımda ses kalmadı kapıyı aç demekten" diyerek, hızla yanından geçip kapıyı açtı. Babası kapıdan içeri girdi. Yüzü asık ve üzgündü. -Ne oldu herif yüzünden düşen bin parça? Ahmet olduğu yerde, anne ve babasının konuştuklarını dinliyordu, rengi atmıştı. Ne söyleyeceğini, ne yapacağını bilemiyordu. Babası, oğlunun onları dinlediğini ve sapsarı kesildiğini görünce, Ahmet'i elinden tutarak odaya götürdü. "Oğlum arkadaşının babası vefat etmiş. Ölümlü bir dünya bu. Herkes kaderinde olanı yaşıyor. Sen de arkadaşına destek olmalısın. Sen üzülürsen, bütün arkadaşların üzülürse bak söylüyorum, arkadaşınızı daha da çok üzersiniz haberin olsun" dedi. Daha sonra pür telaş hazırlanan annesini alıp, evden çıktı. Ahmet, Hayalci'nin halini gözlerinde canlandırmaya çalışıyordu. Nasıl üzülmüştü kim bilir? Şimdi kim bilir nasıl ağlıyordu? Keşke babası onu da yanında götürseydi. Gider Hayalci'nin alnından öperdi, tıpkı grubun ismini bulduğunda kalkıp kendisini alnından öpmesi gibi. Düşüncelere dalmış bir şekilde pencerenin önüne oturdu. Kar yeniden yağmaya başlamıştı. Sokakta kimsecikler yoktu. Zaten kendisi de çıkmak istemiyordu. Hiç keyfi kalmamıştı. Hayalci'nin herkese söz verdirdiği an aklına geldi birden... Nasıl da kararlıydı sorarken. Sanki ölen Hayalci'nin babası değil, Hayalci'nin kendisiydi. Gözlerinin önünden sürekli Hayalci'nin davranışları, konuşmaları geçiyordu. Ya Hayalci ölseydi? Birden oturduğu yerden kalktı. Eliyle kovaladı düşündüklerini. Sonra eğilerek, sobanın altını körükledi. Birden alevlendi soba. Kömürlerin çıtırtılarını duydu. Sobanın başında dikildi öylece... Babası ve annesi, akşam olmadan döndüler eve… Çok üzgün ve yorgundular. Annesi , sofrayı hazırlamak için koşuşturmaya başladı. Ahmet de babasının yanına yaklaşarak: -Baba gördün mü Hayalci'yi, ağlıyor muydu? Babası bunu söyledikten sonra, "Yoksulun ekmeğidir hayal" diyerek oturma odasındaki kanepeye oturup, suskunluğa gömüldü. Üç gün sonra konuk evinin önünde toplandılar. Hayalci yoktu aralarında. Kötü haberi hepsinin ailesi duymuştu. Keyifsizdi herkes. Tom bozdu sessizliği "Hadi kalkın gidelim Hayalci'nin yanına. Bizi görünce kesin sevinecektir." Hep birlikte yürümeye başladılar Hayalcilere... Evin kapısının önünde, bir sürü ayakkabı vardı. Kalabalıktı evin içi anlaşılan. İçeri girdiler. Herkes sessizce ağlıyordu. Komşular toplanmış, acıyı paylaşmaya gelmişlerdi besbelli. Utanarak ve üzgünce köşede oturan Hayalci'nin annesine yaklaştılar. Kadın onları görünce, kollarını açıp sarıldı hepsine birden. Gözleri dolmuştu. "Başınız sağolsun ana" dedi Selvi Boylu, tıpkı bir liderden beklendiği gibi. Hepsinin adına söylemişti bunu. Hemen Hayalci'ye bakındılar, ama Hayalci yoktu evin içinde. Evin arkasını dolanıp, onu kilerin içinde buldular. Hayalci, oturduğu patates çuvalının üstünde, uzaklara dalmıştı. Arkadaşlarını karşısında görünce, kendini tutamayıp ağlamaya başladı. Demiryolu çocuklarının gözleri dolmuştu. Birden Hayalci'ye sarılıp, birlikte ağladılar. Aradan geçen günler, yine onları eski neşeli günlerine geri döndürmüştü. Hayalci yine aralarındaydı. Karın bütün tadını çıkartıyorlardı. O gün yine hep birlikte tünele indiler."Bugün trene yakalanmak yok arkadaşlar" dedi Selvi Boylu. Sesi bir lider gibi kararlıydı. Biey elinde kocaman bir vida ile oynuyordu. Bu, rayları büyük kalın tahtalara sabitlemek için kullanılan bir vidaydi. Tom, her zamanki merakı ile soru yağmuruna tuttu Biey'i: -Ne ile oynuyorsun, ne yapacaksın elindekini? Nereden buldun? Yoksa söktün mü? Yoksaaa! Hayalci, "Bir de bana hayalci diyorsunuz. Baksana adam tren devirmenin düşünü kuruyor. Bundan daha büyük hayal olur mu beee?" diyerek eliyle uzaktan görünen treni işaret etti. Biey, bütün bu konuşmalar arasında, elindeki demir vidayı iki rayın arasına koyup, unutmuş olduğunu hatırladı. "Vidaaaa, vidaaa" diye bağırıp, koyduğu yerden almak için ileriye çıktı. Ama Ahmet, onu hemen arkadan yakalayıp birden geri çekti. Panikle tünelin yanından tepeye doğru koşmaya başladılar. Tren hızla geçti ve gitti. Devrilmemişti. Hemen geri dönüp, vidaya baktılar. Vida yoktu yerinde. Hayalci "Tabii ya trenin önünde, rayları temizlemek için bir şey var. Yoksa her gelen geçen bir tren devirirdi" diyerek açıklamasını yaptı. Tom, Biey'in ensesine bir şaplak yapıştırarak "Ölecektin az kalsın, salak" diyerek söylendi. Biey kıpkırmızı olmuştu. Hayalci "Ceza verelim buna, tamam mı Selvi Boylu?" diyerek herkesin onaylayan bakışını aldı. Toplandılar kendi aralarında, Biey onların vereceği kararı uzaktan izliyordu. Karar hızlı alınmıştı. Karınları acıkmıştı. Biey, ne yapıp edip, yiyecek bir şeyler bulacak ve karınlarını doyuracaktı. "Nasıl bulursan bul, ama bizim karnımızı doyurma cezası verdik sana" dedi lider Selvi. Biey, hiç itiraz etmedi. Hemen koşup, ortalıktan kayboldu. Grup mağaraya çıkıp, ateş yaktı ve Biey'i beklemeye başladı. Aradan zaman geçti, neredeyse bir saat olmuştu, Biey ortalıkta yoktu. -Tüydü bu abi. Kesin tüydü, gelmeyecek. Biey eve gitmiş, annesine durumu anlatmış, annesi de hemen dört dürüm yapıp oğlunun eline vermişti. Ama Biey, nasıl gizlice mutfağa girdiğini, annesine az kalsın yakalanıyor olduğunu, ballandıra ballandıra anlatıyordu. Karınları doyan çocuklar, mağaranın içinden tepenin üstüne çıkıp, gara giden trenleri izlediler bir süre. Küçük bir Anadolu kasabası olan bu yere, hergün onlarca tren girip, çıkıyordu. Yük trenleri, yolcu trenleri… Sürekli birşeyler taşıyorlardı. Tren yolunun hemen kenarından akan çay ise donmuştu. Ama çayın üzerindeki buza rağmen, renginin kahverengi olduğu, oturdukları mağaranın içinden bile görünüyordu. Kasabadaki demir madeni fabrikasının çamur rengindeki atıkları, tüm çayı kahverengi yapıyordu. Fabrikadan borularla çaya atılan zehirli atık, tüm çayın rengini değiştirmekle kalmayıp, ayrıca çayın altına çöken ve herkesin mıcır dediği bir tabaka oluşturuyordu. Yaz aylarında, ölü balıkları bu kahverengi çayın üstünde görüyorlardı. Demir madeni çalışanları, geçen sene greve gitmişti. Böylece fabrikanın borularından çaya akıtılan bir şey olmayınca, bir anda çayın rengi masmavi olmuştu. Dibine çöken kahverengi mıcır ise gün gibi açığa çıkmıştı. Bu maviliğe aldanıp, elindeki toruyla çayda balık avlamaya çalışan bir adamın cesedini, ancak iki gün sonra bulabilmişlerdi. Adam, serpme el toruyla çayın içine girmiş, ama bir süre sonra mıcıra batmış ve o kahverengi mıcır onu içine çekerek yok etmişti. Fabrikanın borularından suya karışan bu kahverengi zehirle kimse ilgilenmiyordu. Ne kasabalı, ne belediye başkanı, ne kaymakam, ne jandarma… Çaltı denilen bu çay, fabrikanın olduğu yere kadar masmavi ama fabrikanın alt kısmından itibaren kahverengiydi. Tek sorun bu da değildi. Belediyenin yeni açtığı mezbahane de bu çayın geçtiği bir tepenin üstüne yaptırılmıştı. Neden oraya yaptırıldığı ise sonradan anlaşılmıştı. Kesimden çıkan bütün pislik, el arabalarına konuluyor, sonrada uçurumdan çayın içine boşaltılıyordu. Kargaların, sokak köpeklerinin ve kedilerin cirit attığı bu yer, onların karnını doyuruyordu. Fakat köpekler bir süre sonra, sürü halinde insanlara saldırmaya başlayınca, belediye hemen kolları sıvayıp, bir ölüm ekibi kurmuş ve av tüfeklerinin o ürkütücü sesi ile köpeklerin çığlıkları birbirine karışmıştı. Küçük bir kasabaydı, ama felaketleri büyüktü. Belediye başkanı kasaba gazetesine verdiği demeçte, halkın canını tehdit eden ve korkutan sokak köpeklerinin hakkından gelindiğini, öve öve anlatarak duyurmuştu kasabalılara… Gazete ise “Köpek Terörü Son Buldu" diyerek manşet atmıştı. Elbetteki küçük bir kasabanın belediye başkanı için bu, propagandası iyi yapılması gereken bir icraattı! Yoksa kasabalı, “Bu belediye başkanı ne iş yapıyor? Ancak makamında gerile gerile oturuyor" derlerdi, ki bu olacak şey değildi. Yazın bu mezbahadan yükselen koku, bir çok mahalleyi esir almıştı, ama yine de kimse sesini çıkartamamıştı. Çay ise hem maden atıkları, hem de mezbahanın döktüğü sakatatlarla, bir çaydan çok korku filmleri için hazırlanan manzaraya sahip olmuştu. Demiryolu çocukları, bu hazin manzarayı seyrettikleri mağaradan çıkarak, evlerinin yolunu tuttular. Hayalci'nin kasabayı demir madeni atıklarından ve mezbahaneden nasıl kurtaracağına dair hayali projeleri de onlara yol boyunca eşlik etti. Günler çok hızlı geçiyor ve trenlere yakalanmak için hep aynı oyun süre gelip gidiyordu. Trenlerle yarışmak, onlar için birer çocuk oyuncağıydı. Başka mahallelerden gelen çocuklara bu yaptıklarıyla hava atıp eğleniyorlardı. Oyun aynı zamanda, diğer mahalle çocuklarına karşı bir cesaret gösterisiydi. Her çocuğun yapabileceği bir iş değildi. Sadece yüreği olanların yapabileceği bir işti onlara göre. Karşı mahallenin çocuklarıyla ne zaman kapışsalar, onları bu oyunla düelloya çağırırlardı. Ama her defasında karşı mahallenin çocukları, bir bahane bulup kaçıyorlardı. Böylece, kasabanın tartışılmaz ve korkusuz lideri onlar oluyordu. Ta ki İstanbul'dan karşı mahalleye, kendilerinden yaşça biraz büyük olan bir çocuğun misafirliğe gelmesine kadar. Karşı mahalle çocukları, bu şehirli çocuğun ne kadar deli ve gözükara olduğunu çoktan duyurmuştu herkese... Çocuk korkusuz ve yürekliydi. Tabii ya, İstanbul'daki mahallesinin lideriydi. “Onun ününü herkes biliyor” diye başlayan konuşmalar, demiryolu çocuklarını fena halde kızdırmıştı. Konuk evinin önünde toplantıya çağırdı, Selvi herkesi. Tüm ekip bir aradaydı. Bu şehirli ve şımarık züppeye haddini bildirmek gerekiyordu. Yoksa grubun geleceği tehlike altındaydı. Herkes katılıyordu Selvi'nin anlattıklarına. Çocuğu, en büyük silahları olan trene yakalanma oynuna davet edeceklerdi. Hatta ona bir gösteri hazırlamayı da planladılar. Çağıracaklar ve tepeden ona bu işin nasıl yapıldığını göstereceklerdi. Hemen davet yapıldı. Karşı mahallenin çocukları hiç hayır demeden, bir saat sonra konuk evinin önüne geldiler. Şımarık şehirli çocuk iki elini beline dayayıp, "Gösterin şu marifetinizi de görelim, nasıl bir şeymiş?" diyerek meydan okumuştu hepsine. "Gösterelim bakalım" dedi Selvi. Demiryolu çocuklarının lideri, bu gösteriyi tek başına yapacak, arkasından da bu şehirli çocuk bir sonraki trenle yapacaktı aynısını. Herkes tünelin ağızına indi. Selvi Boylum, tünelin girişinde, tam rayların ortasında yerini aldı. Ahmet, Akkaya ve Tom tünelin öbür ucuna geçtiler. Diğerleri de oyunun başlayacağı tünelin öbür ağızındaydılar. Uzaktan tren görününce, Selvi hazırlandı. Bu sefer, trenin iyice yaklaştığı zaman koşmaya başlamayı tasarlamıştı içinden. Öyle de yaptı. Tren yaklaşıyor, ama o koşmuyordu. Herkes korkmaya başlamıştı. Selvi Boylum birden yerinden fırlamış ve tünelin içinde kaybolmuş, tren de arkasından girmişti. Herkes gözünü kapatmıştı. Tren düdüğü ciyak ciyak bağırıyordu. Tren tünelden çıkıp gittiğinde, içeriden Selvi Boylu'nun “Oleyyyyy" sesi duyuldu. Tüm arkadaşları onu alkışlamaya başladılar. Tünelden çıkıp oyunun başladığı yere geldi. Yüzü ve elleri simsiyahtı. Tünelin içindeki bekçi korunağına yetişememiş, ama kendisini hemen kenardaki boşluğa atıvermişti.”Şimdi biz seni görelim bakalım, şehir çocuğu!” diyerek, oyunun nasıl oynandığını bir kez daha anlatmak için çocuğa yöneldi. Daha tünelin içinde ne yapması gerektiğini yeni anlatmaya başlamışken, çocuk lafını keserek “Anlatmana gerek yok. Bu iş benim için çocuk oyuncağı" diyerek kestirip atmıştı. Buna çok sinirlenmişti Selvi Boylum. İkinci treni beklemeye başladılar. Yarım saat sonra ikinci tren uzaktan göründü. Çocuk rayların üstünde yerini aldı. Tren yaklaşıyordu, ama çocuk kımıldamıyordu. Selvi Boylu ve Hayalci, bu oyunun ne kadar tehlikeli olduğunu biliyorlardı. Oyunla dalga geçen bu çocuğun, işin ciddiyetinde olmadığını anlamışlardı. Hayalci yaklaşan trene baktı ve çocuğa seslenmeye başladı, "Kardeş çekil raylardan. Tamam çok cesursun. Kabul ettik. Kardeşşşşş… Heyyyy kardeş çekil oradan, çekil!!…" Çocuk rayların üstünden tüm hızıyla koşmaya başladı ve tünelden kayboldu. Arkasından giren trenin düdüğü kulakları sağır ediyordu. Birden bire tren, frenlerinden gelen büyük bir gıcırtı sesi ve sürtünen demirden çıkan kıvılcımlara boğuldu. Herkes donmuştu. Çocukların hepsi sağa sola hızla kaçışmaya başladılar. Selvi Boylu, Biey ve Hayalci de soluğu tepenin üstünde almışlardı. Tünelin öbür ucunda ise başka bir şok yaşanıyordu. Trenin ani freni ve başının tünel çıkışında görünmesi ile Tom ve Ahmet dona kalmışlardı. Trenin önü kan içindeydi. Olayın olduğu alan polis, ambulans, jandarma ve mahallelilerin akınına uğramıştı. Kötü haber o kadar hızlı yayılmıştı ki…Aileler fenalık geçirip bayılıyordu. Tüm mahalleli dövünüyordu adeta. Ahmet ve Tom'un babaları göründü uzaktan. Çocuklar bir yandan ağlıyor, bir yandan da titriyorlardı. Tom'un babası “Oğlummmmm" diye, adeta inleyerek, sarılmıştı oğluna. Belki de Tom'un babası ilk defa oğluna bu kadar sarılıyor, öpüyor, kokluyordu. Ahmet'in babası da farklı değildi. Ahmet'i kucakladığı gibi uzaklaştırmıştı oradan. Ahmet trenin ucunu gördüğü anda, geri geri düşmüş ve kafasını taşa vurmuştu. Hiç bir şeyi yoktu. Gözleri korkudan iyice açılmış, sadece mırıldanıyordu "Baba tren yakaladı onu…" Selvi Boylu'nun ailesi, onu apar topar Ankara'da yaşayan amcasının yanına gönderdi. Selvi Boylu okuyarak makina muhendisi oldu. Hayalci hiç zengin olamadı. İstanbul'a çalışmaya gitti ve orada evlendi. Hayalleriyle yaşamaya devam ediyor. Akkaya, kasabada okulunu bitirdi. Daha sonra Ege tarafında, deniz kenarında küçük ama sevimli bir lokanta açtı. Evlendi ve bir oğlu var. Tom bir daha babasından dayak yemedi. Öğretmenlik okudu ve Anadolu'nun bir kasabasında sınıf öğretmenliği yapıyor . Biey erken evlendi bir çocuk babası oldu. Bir pazarlama firmasına müdürlük yapıyor. Ahmet bir partiden siyasete girdi ve aktif olarak hala siyasetle uğraşıyor. Anadolu'da hayatın sakin aktığı diğer kasabalardaki demiryolu çocukları ise hala “Trene yakalanma” oynunu oynuyorlar. Bir kasabada yaşananları hiç bilmeden… |



