[Öykü]"Gar" | Mehmet Güler"DİLSİZ ÇANLAR GİBİ"Gavsi, Gülbeyaz adındaki nişanlısını yıllar önce Almanya'ya çalışmak üzere göndermişti. Sözde, nişanlısı kısa sürede dönecek, kendisini de alıp oraya götürecekti. Para kazanacaklar, bir yığın çocukları olacaktı. Ama Gavsi bir gün olsun ayrılmamıştı gardan. Gülbeyaz'ın aynı istasyona dönüp geleceği, onu alıp Almanya'ya götüreceği, orada evlenecekleri konusundaki inancını, umudunu hiç yitirmemişti. Her gelen trende Gülbeyaz'ı beklemişti. Vagondan vagona koşarak gelen yolcular içinde onu sormuştu: - Gülbeyaz'ı gördünüz mü? Gülbeyaz'ı getirmeyen trenler Gavsi'nin ruhundaki özlemi eksiltmemiş, umudunu tüketmemişti. Tersine daha da büyütmüştü. Tren istasyonu burada olduğu, demiryolu buradan geçtiği sürece, bir başka tren mutlaka getirecekti onu... Bu gara bir kez uğrayıp da Gavsi'yi tanımamak olanaksızdı. Gavsi'inin kimliği garla, garın kimliği Gavsi'yle bütünleşmiş gibiydi. Gavsi, buraya demir attıktan sonra “Deli”ye çıkmıştı adı. Garın değişmez, vazgeçilmez bir parçası olmuştu. Trenler gelip gitmediği zamanlarda boş vagonlarda, bekleme salonlarında yatıp kalkardı. Yolcuların verdiklerini yer, içerdi. Yiyecek veren olmazsa günlerce kimseye açım, susuzum demez, onlardan bir şey istemezdi. Deli Gavsi, kaytarıcı memurların, gar serserilerinin, rötarlı tren bekleyenlerin en çok takıldığı, kafa bulduğu adamlardan birisiydi. Onlara göre zaman ancak böyle bir deliye takılarak tüketilirdi. Kış olmasına karşın o gün hava güzeldi. Trenin gara girme saati yaklaştıkça, Gavsi'nin de heyecanı artmaya başladı. İçi kıpır kıpırdı. Evet, Gülbeyaz bu trenle mutlaka geliyordu. Nişanlın gelemeyecek diyenler, onu görünce utanacaklardı. O, gelmek için böyle güneşli bir hava seçmişti. Her zaman olduğu gibi trenin geliş saati yaklaştıkça, garın önündeki kalabalık artmaya başladı. Nereden çıkıp geldiği belli olmayan her yaştan, her kılıktan insanlar küme küme çoğaldı, anaforlar oluşturdu. Elbette ki herkes Gavsi gibi nişanlısını beklemiyordu. Ama herkesin kendine göre bir beklentisinin olduğu kesindi. Tren penceresinden kendilerine gülümseyecek, el sallayacak anlık yüzlere sevdalanan işsiz, serseri takımı çoktu. Trenler bu takım için hiçbir şeyi getirmese de bir kavuşma sevinci, ayrılık hüznü çiziyordu içlerine. Katılaşmış yüreklerini yumuşatıyor, donmuş ruhlarını devindiriyordu. Bu da yetiyordu onlara. Deli Gavsi, varıp tunç çanın önünde durdu. Denilebilir ki trenler kadar bu tarihi çana da sevdalıydı Gavsi. Elbette ki ta çocukluğundan kalan bir nedeni de vardı bunun… O zamanlar bu pirinç çanın içindeki dil sökülmemiş, emekli edilip bir kenara itilmemişti. Trenlerin gelişlerinde, kalkışlarında çalınırdı. Pos bıyıklı, kara, kalın gocuklu, metal düğmeli, metal numaralı, başında ay yıldızlı kasketi olan bir görevli yapardı bunu. Çanın içindeki dili, ucuna bağlı bir zincirle dış duvarlarına vura vura sedalandırırdı. O koca çandan temiz, metalik bir ses dalga dalga yayılır, tüm gar çevresine ulaşırdı. Gavsi, çan çalan görevlinin yanına kadar sokulur, bu işi nasıl yaptığına merakla bakar, görevliyi hayranlıkla izlerdi. Heyecandan heyecana sürüklenirken, bir düşten çıkıp bir başka düşe geçerdi... Gavsi, o zamanlar okul harçlığını çıkarmak için günün erken saatlerinde trenden trene koşardı. Sesini tüm gürültüleri bastıracak kadar yükseltirdi: “Okunmuş gazete!..” Vagon pencerelerinden önüne atılan her eski gazete onu sevindirir, mutlu ederdi. Bu gazeteleri okul harçlığına çevirmeden önce büyük bir açlıkla okurdu. Okuduğu yazıların çoğu Gavsi'yi uçurur, başka diyarlara alıp götürürdü. Zaman zaman o çanı tüm gücüyle çalmayı, koca kenti, trenleri susturduktan sonra gazetelerden öğrendiklerini cümle âleme duyurmayı düşlerdi. Ama yapamazdı. Ta o zamandan beri kendisini bazen bir çancı, bazen de çanın kendisi olarak görürdü. Çanla kendisi aralarında tek bir ayrım vardı; tunç çan içindekileri dışarıya sedalandırırdı, kendisi ise dışındakileri içine... Zaman içinde nedense bu güzel çanı, sesini, sedasını devre dışı bırakmışlardı? Bununla da yetinmemişler, çanın içindeki dili söküp almışlardı. O günden beri iğdiş edilmiş gibi bir boşlukta salınıp durmuştu zavallı çan. Sesini, soluğunu, iniltisini, feryadını içine akıtarak kocaman bir suskunluğun içinde boğulup gitmişti. Oysa çanlar ses vermek, inlemek, ağlamak, sedasını dalga dalga yaymak, duyurmak için varlardı. Sağırlaşmak, dilsizleşmek için değil… Çan, devre dışı bırakıldığı günden beri tüm bu işleri ses dağıtıcıları üstlenmişti. Oysa ruhsuzdu onların sesi, sedasızdı. Gavsi, bir gün müdüre çıkıp, saygılarımı sunarım müdürüm demek, içinden geçenleri bir bir anlatmak istiyordu. Sahi müdür dinler miydi kendisini? Yok canım, nerede dinleyecekti. Deli Gavsi'yi şimdiye kadar kim dinlemişti ki koca gar müdürü dinlesin? Dinlemediği gibi bir güzel de kızar, tekme tokat dışarıya atardı. O çanın dilini söktüğü gibi ana gövdesini de ortadan kaldırırdı. Sedasını beklediği çanın kendisinden de olurdu. Gavsi, gar müdürünün onu dinlemeyeceğini bile bile söyleyeceklerini kafasında kuruyor, tren yolu boyu volta atarken onlarca, yüzlerce kez yineleyip duruyordu. Dili dönüp de kafasındakileri söyleyebilirse, belki bu çan yeniden devreye girerdi. Kim bilir, o zaman bu sesi nişanlısı da duyardı. Gülbeyaz, buraların özlemine dayanamaz, bir trene atladığı gibi çıkıp gelirdi… Deli Gavsi'nin kendi kendine neler mırıldandığını sorarlardı bazen. Ama söylemezdi. Sedasını kendi içinde biriktiren dilsiz çanlar gibi kendi mırıltısıyla, iç sesiyle dolardı. Ama nedense hiç taşmazdı. Gavsi, yolcu beklerken azıcık zamanı oldu mu doğru bu çanın altına gelir, kulağını ona verir, içinden gelen metalik sesleri ruhunun derinliklerine doğru çekerek dinler, çanın içinden akan sesle birlikte dağ, bayır, ova aşıp giderdi… Denilebilir ki bu çan ta çocukluğundan beri onun tek sırdaşı, dostu, arkadaşıydı. Ama bunu bilmeyenler, anlamayanlar Gavsi'yi parmaklarıyla gösterirler, bakın bakın, Deli Gavsi yine boş çanı dinleyip duruyor derler, gülerlerdi... Dedikleri kendilerine göre doğru olabilirdi. Ama Gavsi'ye göre doğru değildi. Çünkü o, tarihi çanın sedası ile toprağın, suyun, gökyüzünün, ayrılıkların, kavuşmaların, en çok da Gülbeyaz'ın sesini duyardı. Tüm bunları ruhunda toplar, onunla birlikte kendine göre bir umut, direnç cephesi oluştururdu. Bu yüzdendir ki yıllardır bu garda yaz-kış demeden, aç, sefil, perişan, ama umutla dolaşıp dururdu... Deli Gavsi, iyice dolup da taştığı zaman daha fazla dayanamazdı. Gar müdavimlerinden bazılarını kolundan tutup tunç çanın yanına götürürdü. İsterdi ki bu sesi onlar da duysun. Bu direnç, umut, sevda cephesini kendisiyle birlikte onlar da paylaşsınlar. “Gelin,” derdi. Şunun sesini siz de dinleyin. İnanın çok seveceksiniz. Çünkü çok uzaklardan, derinlerden geliyor. Böyle bir sesi hiç duymadınız. Trenlerin düdükleri, ayrılıkların acısı, kavuşmaların sevinci var içinde. Dinleyin. Gar görevlilerinden hareket memuru Rıza Efendi, bir tarafı yeşil, bir tarafı kırmızı yuvarlak yön levhasıyla her zamanki gibi treni karşılamaya çıkmıştı. Deli Gavsi'nin çana kapanarak dinlediğini gördü. “Yine ne dinliyorsun Gavsi Efendi,” dedi. “O çan nişanlın Gülizar'dan haber mi veriyor sana?” Rıza Efendi uzaklaşınca Gavsi daha bir kapandı çanın üstüne. Tüm bedeni, ruhu kocaman bir kulak olup çana yapıştı. Bugün daha derinlerden, daha uzaklardan geliyordu onun sesi. Sadece uğuldayıp inlemiyor, adeta konuşuyordu. Heyecanlandı. Gözlerini kapatıp kendini o sese verdi. Çan, demiryollarından, tünellerden, dar geçitlerden, koyaklardan, dağların doruklarından, bozkırlardan, ırmak boylarından, şelalelerden topladığı onca sesi, sedayı içinden geçiriyor, sonra da yavaş yavaş salarak Deli Gavsi'nin gönlüne akıtıyordu. Tren saati yaklaştıkça heyecanlanan Gavsi, tunç çandan gelen seslere de güvenip inanarak, nişanlısının bu trenle mutlaka gelmekte olduğunu düşündü. Sevincinden hoplayıp zıplayarak yolcu bekleyen kalabalığa doğru bağırarak koştu: “Geliyor! Gülbeyaz Geliyor! Ayrılıklar bitti artık!..” Gavsi'yi her gören şaşırdı. Çünkü onu bu kadar sevinçli hiç görmemişlerdi. Kimi gülerek, kimi acıyarak, kimisi de inanarak Deli Gavsi'ye baktı. Onunla yine dalga geçenler, alaya alanlar oldu. Ama Gavsi bunların hiçbirine aldırmadı. Tam bu sırada da tren büyük gürültülerle gara girdi. Gavsi, treni bir baştan bir başa koşarak var gücüyle bağırdı: “Gülbeyaz!.. Neredesin?..” Yolcu indirme, bindirme telaşı içindeki kalabalık kısa sürede Gavsi'yi unuttu. Tren ince, uzun düdüğünü çalarak kalkmaya hazırlanıyordu ki tarihi çan yılların suskunluğunu gidermek ister gibi dalga dalga ses vermeye başladı. Herkes şaşırdı. Olağanüstü bir durum mu vardı? Garın onca gürültüsü kesildi. Anaforlanıp duran kalabalık donup kaldı. Unutulan, gar tarihinin derinliklerinde kalan bu sesi kör kuyuların içinden çekip çıkartan, silip parlatan, yeniden yaşamın içine salan kimdi? “Elinden bir kaza çıkmadan o demiri lütfen bırak diye yalvardı gar müdürü.” Gar müdürü, verdiği sözü tuttu. O günden sonra ses dağıtıcılarını devreden çıkardı. Tarihi çanın sökülen dili bulundu, yerine takıldı. Trenin geliş, kalkış saatlerinde o tunç çanın çalınması görevi de Gavsi'ye verildi. Gavsi, zamanı kıl payı olsun şaşırmadan tarihi çanı gurbet gurbet, hasret hasret, kavuşma kavuşma çaldı, sedalandırdı. Nişanlısının döneceği konusundaki umudunu hiç yitirmedi. Ama o günden sonra her gelen trene koşarak yolculardan Gülbeyaz'ı bir daha sormadı… (Yayıma hazırlanmakta olan Gurbet Kadın isimli öykü kitabından yazarın izniyle…) Mehmet Güler, 20 Eylül 1944'te Sivas'ta doğdu. 1964'te Balıkesir Necati Bey Eğitim Enstitüsü edebiyat bölümünü bitirdi. 1993'e kadar çeşitli devlet liselerinde Türkçe ve edebiyat öğretmenliği yaptı. 1993'ten sonra eğitim hizmetini özel bir okulda sürdürmeye başladı. Türkiye Yazarlar Sendikasi, Pen Derneği, Atatürkçü Düşünce Derneği ve Dil Derneği üyesi. Öyküleri ve çocuk kitaplarıyla tanınıyor. Eserleri: Roman:
|

