[Gündem]"İlhan Berk'in Şiirleri ve Sait Faik'in Öykülerini Gravürde Eriten Adam: Fatih Mika" | Seval Deniz Karahaliloğlu
"EDEBİYAT VE GRAVÜR
|
Anlatıyor Her Şey İlhan Berk |
S.D.K. Fatih Mika, "Adlandırmak Ölümdür" üzerine konuşmaya devam ediyor.
F.M. "İlhan Berk, "Adlandırmak Ölümdür" şiirinde, adlandırılınca her şeyin sıkıcı olduğundan bahsediyordu. Bana göre, bu çok doğru bir yaklaşım. Nesne isimlerden daha büyük bir şeydir. Bir emleye istediğiniz kadar sıfat ekleyin yine de onu layıkıyla tanımlayamazsınız. Yine de, onun birçok özelliği dışarıda kalacaktır. Nesneyi adlandırarak tanımladığınızı zannedersiniz ama sadece nesne hakkında ipuçları verirsiniz ki bu da nesneye karşı 'haksızlık' olur. Eğer verdiğiniz adın nesnenin kendisi olduğunu iddia ederseniz isim gerçekten 'sıkıcı' olur. Bunu yine en iyi İlhan Berk'in kendisi Gösteri Dergisinin 1981 Nisan sayısında yayınlanan "İm Ad Değildi Daha" isimli yazısı anlatıyor. İlhan Berk, "İm Ad Değildi Daha" isimli yazısında şöyle diyor: "Bir zamanlar sözcüklerin bizim dışımızda da yaşamları vardı, ama anlamları yoktu. (Anlam sıkıcıdır. Bencildir. Günde üç kez aynada kendine bakar. Bağlar. Adlandırır. Adlandırmak ölümdür.) Eskiden bir ustura, bir su kovası, bir at yan yana geliyordu. Dünya anlaşılmak için değildir. Eskiden sözcüklerle bu denli yakınlığımız yoktu. Balkon ile tanışmamız yenidir. (Balkon çocukluğumuzdur.) Kırmızı sesti eskiden. Nergis kendi adını bilmezdi, aklına estiği gibi yaşardı. Ölüm sözcüğü eskiden de iki heceydi, evlere girer çıkar, yatak turları atar, ağaçlarla alay ederdi." İşte İlhan Berk'in işte bu dizeleri ve eskizleri Fikret Otyam'ın fotoğrafı ile birleşince artık yapacak bir şey kalmamıştı. Bana da onun gravürünü yapmak düştü.
S.D.K. "Bu İlhan Berk şiirleri ve eskizleri tutkusu sonra bir dizi çalışmaya neden oldu galiba öyle değil mi?" Fatih Mika gülümsüyor. Hafif çenesini sıvazlayarak konuşmaya devam ediyor.
F.M. İlhan Berk'in 1962 yılında yayınlanmış olan "Mısırkalyoniğne" isimli bir şiir kitabı elime geçtiğinde o kitaptaki şiirlerden de çok etkilendim. Ve bir İlhan Berk gravür serisi yapmaya karar verdim. "Mısırkalyoniğne" isimli kitaptaki şiirlerden yola çıkarak 10 gravürden oluşan bir İlhan Berk serisi hazırladım. İlhan Berk'in şiirlerinde, imgecilik olgusu görselliği ön plana çıkarıyor. Bu da bana çok büyük bir zenginlik sağlıyor ve bir gravür sanatçısı olarak beni besliyor. O nedenle, İlhan Berk'in zengin imgelerle insanı çarpan şiirleri daima benim gravürlerime esin kaynağı olmuştur. Aslında neden bir İlhan Berk gravür serisi yapmak isteğim sorusuna en doğru cevabı, yine İlhan Berk'in Mısırkalyoniğne kitabındaki şiirlerde bulabilirsiniz.
DELTAdeltaya indiler o eskiden saçları uzayan kadınlar göğün sarayı çarşılara /// en çok oralara, yahudiyeye xo kuşların Mısırkalyoniğne - İlhan Berk |
HAN YÜ YAZITIBir Çin erkeni yaşadığım evin üstündeki gök. Mısırkalyoniğne - İlhan Berk |
S.D.K. "Gelelim Sait Faik öykülerine ve gravürde bıraktığı izlere? Sait Faik öyküleri neden sizin için bu kadar önemli?" Özellikle balıklar ve kuşlar. Eğer bir gün yolunuz Fatih Mika'nin sergisine düşerse, her balık ve kuş gravürünün özel bir öyküsü olduğunu unutmayın. Fatih Mika, Sait Faik öykülerine kuşları anlatmakla başlıyor.
F.M. Sait Faik Abasıyanık deyince, ilk aklıma gelen "Kırlangıç Yuvasındaki Kadın" isimli öyküsü. 1993 yılında İstanbul'da bir sergi açmak istiyordum. Hiç beklemediğim şekilde, sergi teklifimi hemen kabul ettiler ve benim de sergiyi mümkün olduğu kadar çabuk hazırlamam gerekiyordu. Atölyem Roma'da. Dar bir apartman boşluğuna bakan bir girişi vardı. Bir gün baktım, kapının önünde, yavru bir kırlangıç yuvasından düşmüş. Aralık çok dar olduğu için yuvaya tırmanamamış. Ben, bunu avucumun içinde aldım ve elime desen olarak çizmeye başladım. Hayvanın üzerinde böceklerin dolaştığını görünce hızlı bir çizimle hayvanın sol yarısını çalıştım ve kırlangıç yavrusunu hemen serbest bıraktım. Simetrik bir hayvan olduğu için daha sonra atölyede kolaylıkla diğer sağ yarısını da kendim tamamladım. Gravür üzerinde çalışırken aklıma, Sait Faik'in "Kırlangıç Yuvasındaki Kadın" isimli öyküsü geldi. İlk defa, bir hikâye sipariş edilince Sait Faik'in eli ayağına dolanır. Çünkü o güne kadar hiç parayla hikâye yazmamıştır. Gider bakkaldan bir kağıt kalem alır ve bir kahveye oturur. Bir şeyler yazmayı düşünür. Gözü kahvenin duvarında asılı olan kırlangıç yuvası resmine dalar. Kahveci kadın kırlangıcın hikâyesini anlatmaya başlar ve Sait Faik de oturup bu hikâyeyi yazar. Benim yaşadıklarım da buna benzer bir hikâye oldu diye düşünüyorum. Kırlangıcın gravürünü dantelden yaptım. Kahveci kadın hikâye anlatıyor ya, işte yuvadaki kadın imajı buradan geliyor. Kırlangıç yuvası da dantel gibidir zaten. Dantelin içine kırlangıcı koydum.
S.D.K. Sonra, gravürlerde dile gelen hüzünlü kuşlar var. Onlardaki bu hüznü hissetmemek adeta imkansız. Nedenini öyküsel bir dille anlatıyor sanatçı.
F.M. Benim çok sevdiğim Sait Faik'in "Son Kuşlar" isimli bir öyküsü var. Bu, hüzünlü bir öykü. Gayri Müslim bir vatandaş, Burgaz Adasına gidiyor ve orada saka, iskete, ispinoz ve florya gibi küçük kuşları avlayarak yiyor. Türk inanışına göre, bıldırcından küçük bir kuşun avlanması ve yenmesi uygun değildir. Sait Faik, bu kişinin Burgaz Adası'na vapurla yaptığı bu yolculuklar sırasında, güvertede kuş sesleri çıkararak kuşları nasıl şaşırttığını anlatır. Ön dişi kırık adamın çıkardığı ıslığa benzer sesler öylesine gerçektir ki, vapurun çevresinde uçan kuşlar, bu sesleri gerçek zanneder ve diğer kuşu aramaya koyulurlar. Boş yere arkadaşlarını arayan kuşların vapurun çevresinde attığı umutsuz turları, denize dalıp çıkışları "Son Kuşlar" hikâyesinde hüzünlü bir biçimde dile getirilir. Florya dikeni denen bir av tuzağı vardır. Üzerine kuşlar konduğu zaman üzerine ağ kapatılır. Yine, Sait Faik'e saygı duruşu olarak "Kuş Tutma" gravürünü, ağlı dikenli ve ölü kuşlar olan bir gravür olarak yaptım. Sait Faik'in tanıklık ettiği olaylar sadece kuşlarla sınırlı değil. Buna benzer bir de çim hadisesi var. O dönemlerde, Büyük Ada'da bir Hollandalı kalıyormuş. Çocuklara para verip, adadaki çimleri söktürür ve sonra da adaya ait bu çimleri kendi bahçesine diktirirmiş. Bunu gören Sait Faik çok kızar ve çocuklara şöyle der: "Ben çimleri ve kuşları çok gördüm çocuklar ama korkarım sizler göremeyeceksiniz." Sait Faik'in doğaya ve insana karşı bu duyarlı yaklaşımı beni çok etkilediği için bu öyküler benim için çok önemli.
Kuşların yanı sıra, Fatih Mika'nın yaptığı çok ilginç balık gravürleri de görüyorsunuz. "Sait Faik'in denize ve balığa ait öyküleri de çok meşhur. Bunlardan belki de en çok sevilenlerinden biri de "Sinarit Baba" öyküsüdür ve benim için çok özel. Çünkü "Sinarit Baba", yaptığım ilk Sait Faik hikâyesi gravürüdür. Sonra, "Dülger Balığının Ölümü" geliyor. Bu gravürleri yaparken desenler çalıştım, balıklar aldım, buzluğa koydum. Bu balıkları ilk önce bir kartona çaktım. Sonra, kokmasınlar diye buzluğa koydum. Çalışacağım zaman kartona çakılmış bu balıkları buzluktan çıkarıp, işim bitince tekrar buzluğa koyuyordum.
Gelelim şu meşhur "Sinarit Baba" hikâyesine. "Sinarit Baba" öyküsünde balıkçılar vardır. Bir kayanın olduğu yere demir atarlar ve Sait Faik onlara denizin altındaki Sinarit Baba'nın hikâyesini anlatır. Sinarit Baba artık çok yaşlanmıştır ve ölmek istemektedir. Sinarit Baba, 'öyle bir balıkçının elinde öleyim ki hem bu ölüm anlamlı olsun, hem de bu balıkçı beni hak etmiş olsun' der. Tek tek bütün balıkçıların zokalarını koklar, kusurlarını bulur, kendisini yakalamayı hak etmedikleri kanısına varır. Birdenbire, bu balıkçılardan bir tanesini gözü tutar. Onun iyi taraflarını görür. Ve o balıkçının zokasını bilerek yutar. Ve zokayı yutar yutmaz anlar ki bu adam da aslında onu hak etmemiştir. Çünkü balıkçının olumlu gibi gözükmesinin nedeni daha önce hiç ciddi bir sınavdan geçmemiş olmasındandır. Ben, "Sinarit Baba" gravürünü deniz altındaki mağaralarda deniz dibinde yaşayan "Sinarit Baba"nın görsel, estetik değerlerini ortaya çıkarmak için yaptım.
Sinarit Baba'yı, görünüşüyle insanı hafiften ürküten bir balık gravürü takip ediyor. Vahşi görünüşlü bu balığın yapılış nedeni yine Sait Faik'in başka bir öyküsüne dayanıyor. "Dülger Balığı" Sait Faik'in en çok bilinen hikâyelerinden biri, benim de ikinci Sait Faik gravürüm. Dülger kelime olarak marangoz anlamına geliyor. Dülger balığına baktığınızda, balığın üzerinde öyle girintililer, çıkıntılar var ki; bazen testere, bazen törpü, bazen de spatulayı anımsatıyor. O yüzden balığı yapmadan önce marangoz aletlerinin desenlerini çalıştım. En sonunda bir tahta dokusunu, bir gravür kalıbının üzerine taşıyarak gravürü bu dokunun üzerine oturttum. Dülger Balığı ile marangozun malzemesi tahtayı birbirine uyarladım, yedirdim, birbirinin içinde erittim. Dülger Balığı'nın bu kadar meşhur olmasının nedeni efsanevi bir balık olmasından kaynaklanıyor. İtalyanca ismi, 'St.Pietro Balığı', Rumca ise 'İsa Balığı' olarak biliniyor. Çok yırtıcı, kötü görünüşlü bir balıktır. Efsaneye göre, canavar gibi bir balık. Balıkçıların avlanması için onlara hiç balık bırakmıyor, hepsini yiyor. Balıkçılar dayanamıyorlar, İsa'ya gidiyor ve yardım istiyorlar. İsa'da bu balığı yanlarından iki parmağıyla tutuyor. Ve işte o iki parmağının izi Dülger Balığının iki yanında kalıyor. Ve balık uysallaşıyor. Ama kötü görünümünü hâlâ koruyor. Hatta bu parmak izleri, bugün balığın her iki yanında 'tutma noktası' olarak da bilinir.
S.D.K. Bu kadar Sait Faik öyküsü dinleyince dayanamayıp soruyorum. Bu Sait Faik Abasıyanık tutkusu nereden kaynaklanıyor?
F.M. Sait Faik Abasıyanık'ın insan, doğa, balık, kuşlar ve İstanbul'a olan sevgisi benim duyduğum sevgilerle çok örtüşüyor. Türkiye ile ilgili olarak gravürler yapmaya başladığım zaman aklıma hemen Sait Faik'in öyküleri geliyor. Ben hiçbir zaman gravürlerimde, Sait Faik'in hikâyelerini birebir olarak anlatmak istemedim. Onun hikâyelerinden yola çıkarak, kendi gravürlerimi yaptım. Sait Faik'in anlattığı hikâyelerde, verdiği görsel ip uçları beni daima gravür yapmak için kışkırtır.
S.D.K. "Sizin bir de insanın yüreğine dokunan bir incelikle ele aldığınız Aliye Berger çalışmanız var değil mi?" Fatih Mika'nın gravüre gönül vermiş ve bu sanatı ülkemizde ilk defa tanıtmak ve sevdirmek için çok uğraş vermiş bu sanatçıya çok büyük saygı duyduğunu bildiğim için Aliye Berger gravürlerinin hikâyesini özellikle öğrenmek istiyorum.
F.M. Aliye Berger'in garvürlerini ilk defa 2003 Eczacıbaşı Sanat Fuarında Eczacıbaşı Özel Koleksiyonunda gördüm. Emel Koç'un Aliye Berger'i anlattığı Alyoşka isimli kitabı okuduğumda onun gravürünü yapmaya karar verdim. Aliye Berger'in gravürünü yaparken bu kitaptaki fotoğraftan yararlandım. Aliye Berger aslında çok iyi bir gravürcü değil ama ilklerden olduğu için çok büyük bir önemi var. Yaşamı, renkli kişiliği ve cesur tavrını göz önüne aldığımda emeğe saygı olarak Aliye Berger gravürünü yaptım. Aliye Berger İstanbul'da, Tünelin karşısında Narmanlıhan'da kaldığı dönemde, güvercinler gelsinler de yesinler diye, camı açık bırakır ve mutfak masasının üzerine ekmek kırıntıları serpermiş. Hatta güvercinlere Andre, John, Jack gibi etnik kökenli isimler vermiş. Aile olarak çok kozmopolit bir yaşantıları olduğu için bu tip hoşlukları var. Ölüm döşeğindeyken, artık kurtulma şansı kalmadığı anlaşılınca, onu hasta yattığı klinikten alıp, Büyük Ada'ya götürecekler, motor tutmuşlar. Aliye Berger, motorda adaya giderken martılara görünce, aklına güvercinleri geliyor. 'Acaba onlara kim bakıyor' diye güvercinleri için endişeleniyor. Samimi olarak, gravür yapmaya ve kendisini bu yolla ifade etmeye çalıştığı için önemli bir sanatçı. Ama ciddi bir gravür kültürü yok. Öte yandan gravür onu dünyaya bağlayan önemli bir etken. Renkli kişiliği gravürlerini de renklendiriyor. Sait Faik, "Sakarya Balıkçısı"nda, 'bazı balıklar vardır ki, İstanbul'da bunların yüzüne bakmazsınız, çok tatsız tuzsuz balıklardır. Fakat isimleri çok güzeldir. Bu balıklar, isimleriyle birlikte yendikleri için çok güzeldir' diye anlatır. Belki, Aliye Berger'in gravürlerine de öyküleriyle birlikte bakıldıkları zaman çok güzel.
S.D.K. Sonra, Türk kültürünün ruhunu yansıtan "Karagöz ve Hacivat Gravürleri" var. Karagöz ve Hacivat da nereden çıktı şimdi derken Fatih Mika gülmeye başlıyor.
F.M. Füsun Akbay, Roma'da 1.5 yıl önce 2004 Noel tatilinde bize Karagöz oynattı. Bu gösteri beni çok etkiledi. Elimde, bir takım metin özellikli Karagöz tasvirleri vardı. Bu tasvirlerden, görsel estetik değerler edinebileceğim duygusuna kapıldım. Geçen yıl, İstanbul Sanat Fuarı'na geldiğimde, Enis Batur ve Metin And'ın birlikte hazırladıkları, Yapı Kredi Yayınlarından çıkmış olan "Karagöz" kitabını aldım. O kitaptan, "Kanlı Nigar" konusu çok ilgimi çekti ve "Kanlı Nigar"ı işlemeye karar verdim. Detay yoktu, sadece bir iki figür vardı. Figürleri aldım, deforme ettim. 'Salkım İnci' adını verdim. Kitaptan bir kadın figürü aldım üzerinde oynadım. Besteci Önay Sözer ve yazar Cevdet Kudret, Helmut Richter'den alıntıları buldu.
S.D.K. Yani, Karagöz ve Hacivat öykülerini Fatih Mika kendisi yaratıyor ve yeniden yazıyor. Öyküyle ve şiirler bu kadar uğraşınca olacağı buydu deyince kahkahayı basıyor. Ve Kanlı Nigar'ın öyküsünü anlatmaya başlıyor.
F.M. Kanlı Nigar hikâyesi şöyle: Hercai Menekşe ya da diğer adıyla Çelebi, Kanlı Nigar'ı, Salkım İnci'yle aldatıyor. Kanlı Nigar bu aldatmadan şüpheleniyor. İlk önce iki kadın karakter Hercai Menekşe yüzünden birbirlerine giriyorlar ama diğer adıyla Çelebi'nin her ikisini birden aynı anda idare etmeye çalıştığını anlayınca eski rakipler sonradan müttefik oluyorlar. Ve bir araya gelerek, Çelebi'ye iyi bir ders vermeye karar veriyorlar. Burada şöyle bir sorun ortaya çıkıyor. Çelebi kime layık? Bu öyküde altı tane ana karakter var. Çelebi yani Hercai Menekşe, Zeybek, Karagöz, Hacivat, Kanlı Nigar ve Salkım İnci. ( İlk önce Kanlı Nigar'ın rakibi, sonradan müttefiki.)
S.D.K. Sadece öyküsel olarak değil aynı zamanda estetik olarak da Karagöz ve Hacivat serisinde insanı yakalayan çok özel bir duygu hakim. Acaba neden?
F.M. Estetik değerleri çok basit, çok sade bir dille yansıtmaya çalıştım. Bu anlayışa uygun olarak, görsel ve estetik değerleri gravürde yakaladığıma inanıyorum. Bir şiirin çok güzel bir şarkı sözü olması gibi Karagöz ve Hacivat'ın da çok naif gravür çalışmaları olduğunu düşünüyorum.
S.D.K. Bu kadar özel gravürler yapan bir adam herhalde çocukluğundan beri gravür hayali kuruyor olmalı öyle değil mi? Fatih Mika söyleşiyi bir sürprizle sonlandırıyor.
F.M. Hayır, ben 'kazara' gravürcü oldum. Evet, gravürle tümüyle kaza sonucunda tanıştım. Saraybosna Güzel Sanatlar Akademisi'ne yazıldığımda, grafiker olacağımı sanmıştım. Meğer doğu bloğunda, grafik denince gravür anlaşılırmış. Farkında olmadan gravür bölümüne yazılmışım ama sonradan gravürü çok sevdim. Ben çok hızlı çalışamam. Gravürün çok sabırla, yavaş yavaş yapılması lazım. Gravürde, küçük alanlarda çok şey anlatabilme olanağı var. Çok demokratik bir sanat. Kendinden hiçbir şey kaybetmeden, aynı estetik değerin birden fazla insana ulaşması olanağı sunuyor. Özellikle, sanatın yaygınlaşmasında gravürün çok önemli bir rolü var. Gravür, resimle kardeş sanatlar. Çünkü, kompozisyon, form, renk, açısından resimle çok sıcak ilişkisi var. Kalıplarla metali işlediğiniz için heykelle çok yakın bir ilgisi var. Görsel sanatların yayılması bakımından gravürün çok önemli bir işlevi var ve çoğaltılabildiği için göreceli olarak fiyatı diğer sanat eserlerine göre daha ucuz. O nedenle, orta sınıfa ve geniş kesimlere ulaşması daha mümkün görünüyor.


