[Öykü] "Hareket Eden Sessizlik" | Makbule Aras"HER ŞEYE ŞAŞIRMAK İÇİN GELMİŞTİ SANKİ DÜNYAYA"Eve gitmek istemiyordu, içinde zaman zaman bir kurt ulumasına, zaman zaman tozlu bir örümcek ağına, zaman zaman balkonda unutulmuş, rüzgârda sallanıp duran bir çamaşıra benzeyen yalnızlığını görmemek, duymamak için birinin kendisini takip etmesini istiyordu. Eve yaklaştıkça peşi sıra gelen adımları duyar gibi oluyor, yolunu değiştirip dar bir sokağa sapıyor, adım seslerine belli belirsiz nefes alıp verişler ekleniyordu. Dönüp arkasına bakıyor, ama kimseyi göremiyordu. Böyle dönüp arkasına bakarken birinin çıkıp “Bana mı bakmıştın?” demesini, “İstiyorsan seninle gelirim.” demesini, hiç soru sormadan yanı sıra yürümesini istiyordu. Dönüp arkasına bakmayı sürdürerek yolu uzattıkça uzatıyordu. Kimseler yoktu, tek Allah'ın kulu… Adımları çaresiz eve yöneldi. Apartmanın önünde durdu, sokağı dinledi. Televizyonlardan saçılan ışıklar oynaşıp titreşiyor, renkten renge girip camlardan sokağa dökülüyordu. Durağan, yapışkan bir abajur ışığı her akşamki yerinde uyuşup oturuyor, tül perdelerden yansıyan görüntüler tekrarlanıyordu. Apartmanın karanlık boşluğuna daldığında aynı koku, aynı dehlizlerden geçip aynı noktaya ulaştı hafızasında: Çocukken babaannesiyle sık sık ziyaret ettikleri o dilsiz, yaşlı kadının apartmanına. Merdivenleri ağır ağır çıkarken kendi dairesinden gelen telefon sesini duydu, ince topuklarının basamaklardaki yankısı çoğaldı. Kapının önüne ulaştığında telefon sesi hâlâ devam ediyordu, çantasını anahtarı bulmak için aceleyle karıştırırken burnundan soluyordu. “Kahretsin, bir kere de elimi attığımda bulsam şu anahtarı olmaz mı?” Anahtarını aramayı sürdürürken birden çantada ne var ne yok hepsi yere saçıldı. Telefon sesi de aynı anda kesildi. Çantayı hışımla fırlattı, birkaç saniye hareketsiz durup ayağının dibindeki öteberiye baktı. Bu küçücük çantayı da ne diye almıştı ki, hiçbir şey sığmıyordu içine. Çokbilmiş bir modacının televizyonda kadınlara dair konuşurken onları çantalarına göre sınıflandırıp, “Küçük çantalı kadınlar, önce kadın sonra insandırlar; her şeyi terk edip bir erkeğin evine hiç gitmemek üzere yerleşmek konusunda o kadar yeteneklidirler ki ürkütürler beni,” deyişi geldi aklına. Haksız da sayılmaz hani diye düşündü, kendisini bu sınıflamanın dışında tutarak. Bedbinlik içinde yere saçılanları toplayıp çantasına koymaya başladı. Onca para döktüğü pudra dökülüp parçalanmıştı. “Allah kahretsin!” dedi, “Allah kahretsin!” Cüzdanını, anahtarlarını, açılıp üstünkörü yeniden sarılmış birkaç hediye paketini tıkıştırdı çantasına, karşı dairenin kapısının önüne yuvarlanıp giden ruju almak için bir adım atmıştı ki durdu, hafif bir ürpertiyle vazgeçti hemen. Kapısını açar açmaz, Müştak miyavlayarak bacaklarına dolanmaya başladı. “Hah gel, bir sen eksiktin!” dedi. Topuklu ayakkabılarını küçük ayaklarından fırlatıp attı, çantasını yere bırakıp mutfağa girdi. Müştak şefkat görmeyi bekleyen dokunuşlarla bacaklarına sürünmeye devam ediyordu. “Tamam, anladımmmm, acıktın…” Lavabonun altındaki dolabı açtı, dolap kapağı gıcırdadı. Menteşenin yağlanması gerektiğini düşündü yine, ertesi gün yine aynı şeyi düşüneceğini ve yine o menteşeleri yağlamayacağını biliyordu. Bu gıcırtı ve bütün bu düşünceler, evin içinde salınıp duran cılız gün ışığıyla birleşince kasvetli sular yükselmeye başladı ruhunda. Mama kutusunu alıp girişte, kocaman aynanın dibinde duran mavi seramik kaba kuru mamayı döktü, kaptaki çınlayış kasvetli suların yosunlarını dalgalandırdı. Salona geçeceği sırada çantasının ön gözünden sarkan zincir dikkatini çekti, “Bu da ne ola ki?” dedi. Kaşlarını çatarak çantaya uzandı, sarkan zinciri çekti. “Hay Allah, şu salak kadının verdiği kolye!” dedi hayal kırıklığı içinde. Bugün toplantı için herkes masanın etrafına dizilirken yanına adını bir türlü aklında tutamadığı o şişman kadın düşmüştü. Başkanın gelmesi beklenirken ikisi dışında herkes yanındakiyle konuşmaya başlamış, o da bu rahatsız edici iki kişilik sessizliği yırtmak için abartılı bir beğeniyle “Kolyeniz ne kadar güzel!” deyivermişti. Oysaki kolyenin basitliğinden tiksinmişti; ucuz, metal bir kolyeydi işte. Buna rağmen daha da ileri gidip, “Gerçekten çok güzelmiş, kıyafetinize de pek uymuş.” deyince, kadın hiç beklemediği bir karşılıkta bulunarak, “Madem o kadar beğendiniz, içimden geldi bunu size vermek istiyorum,” deyip zinciri boynundan hemencecik çıkarıvermişti. Bu sırada kadıncağızın yüzünde o kadar içten bir gülümseme belirmişti ki söylediği yalandan pişmanlık duymuştu. “Hayır hayır size daha çok yakışıyor, alamam!” gibi birkaç kekeme cümle kurduysa da onu vazgeçirmeyi başaramamış, sonunda avucuna konan kolyeyi kabul etmek zorunda kalmıştı. Elinde bir iki evirip çevirdikten sonra yere attı kolyeyi, salona geçip berjere oturdu, ayaklarını sehpaya uzattı, parmaklarını ileri geri hareket ettirmeye başladı. Sarı saçlarını savurup başını geriye yasladı, kımıldamadan durdu öylece. Müştak'ın iştahlı çıtırtılarından başka ses yoktu evde, arada uzaklardan korna sesleri geliyordu yalnız. Uykusuzluktan gözleri kapanıyordu. Tam dalar gibi olmuştu ki Müştak zıplayıp kucağına oturdu. “Gel bakalım obur kedi, şefkat saatin geldi mi?” dedi, okşayışlarına hoşnut mırıltılarla cevap veren kedinin gözleri kısıldı, başı usulca öne eğildi. Evdeki sessizlik daha da arttı bu sırada. Piyano dersi için gelen adamın, “Bu evde garip bir sessizlik var, sanki eşyalar sessizlik yayıyor,” deyişini hatırladı. Adam ısrarla bu sessizliği tanımlamaya çalışmış “Nasıl anlatmalı, sanki hareket eden bir sessizlik…” deyip dikkatli gözlerle etrafı incelemiş ve yine, “Nasıl anlatmalı…” deyip kıvranmış, gözlerini etrafta bir şey ararmış gibi dolandırdıktan sonra da “Neyse, biz derse geçelim,” demişti. Ne kadar rahatsız edici bir kelimeydi şu “neyse”. İnsana çelme takıp düşüren sonra da hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam eden bir kelime. Bu kelimeden o kadar rahatsız olmuştu ki adama sırf bu yüzden öfkelenmiş, “Dışarıdaki seslerin yoğunluğundan buradaki sessizlik daha dikkat çekici galiba” gibi saçma, anlamsız, bön bir cümle kurmuştu. Telefon çalmaya başladığında o bön cümlenin ağından kurtulup hızla yerinden fırladı. Müştak zıplayıp yere atlarken patisiyle çorabını kaçırdı. “Allah'ım ne gün, aksiliklerin sonu gelmiyor!” diye söylene söylene ahizeyi kaldırdı. - Sen miydin anne? Bezginlik içinde telefonu kapattı, aynada kendine baktı. Çorabındaki kaçık eteğinin bittiği yerden dizine kadar inmişti, çorabı tam kaçtığı noktadan iki parmağıyla tutup esnetti, kaçık ta ayak bileğine kadar indi. Yüzündeki umutsuzlukla göz göze gelmemek için aynanın önünden uzaklaştı. Az önce kalktığı koltuğa çöktü, başını ellerinin arasına alıp parkelerin arasındaki boşluklarda günlerdir gezinip duran karıncaları izlemeye koyuldu. Havalar ısındığından beri ortalıklarda gezinip duran bu karıncalar sinirine dokunuyordu. Salondan başlayıp koridora doğru ilerliyorlardı. Bir kısmı ayaklarının altında her gün eziliyor, bir kısmı ev temizlenirken elektrikli süpürgenin hortumunda kasırgalı bir sona sürükleniyordu. Onları çoğunlukla bile isteye öldürmüyordu, ama ortalıkta gezinip durmalarına bazen o kadar sinirleniyordu ki adımlarına özen göstermeyi bırakıp üstlerinden geçmekten alıkoyamıyordu kendini. Bazen gece yatağa yattığında bu yaptığından küçük bir pişmanlık duyduğu, kendini gaddar bulduğu da oluyordu. Ama öldürmenin tuhaf bir tadı olduğunu kabul etmek zorunda kalıyordu sonunda. Amaçsızca karıncaları izlerken “Denizin dibindeki kumların hareketi gibi,” dedi içinden. Piyano hocasının bir türlü bulamadığı tanım bu olabilir, kesinlikle öyle, hareket ettiği hissedilen ama görülemeyen bir sessizlik bu. Bir an telefona baktı, arayıp söylesem mi'yi geçirdi aklından. Sonra da iyice saçmalamaya başladım, diye düşündü: denizin dibi, kumlar, sessizlik, parkeler, karıncalar… Birden karakoldaki polisin, her adımda oradan oraya savrulup duran cevapsız sorulara, duvarlara yapışıp kalmış sorusu bulunamamış cevaplara, merak, korku, bekleyiş, azap koridorları arasında gidip gelen postallı ünlemlere inat insani bir sahicilik ve merakla, “Dört gün bu sıcakta nasıl olup da hissedemezsiniz o kokuyu, hem de kapı komşunuz, burnunuzun dibinde!” diyerek şaşıran yüzü belirdi zihninde. Her şeye şaşırmak için gelmişti sanki dünyaya bu yüz. Gözlerinde önce sisli bir halka belirip dönmeye başlamış sonra o sis dağılıp alnındaki kırışıklıkların arasına dolmuş oradan bütün yüzüne yayılmıştı. Ne tuhaf adamdı gerçekten, diye geçirdi içinden. Tekrar karıncaları izlemeye koyuldu, bu sırada dehşet içinde, “Ya bunlar karşı daireden geliyorlarsa buraya?” diye düşündü, evin içinde ölümün kokusunu duydu. Sıcakla dalga dalga yayılan, bir ipin ucunda gidip gelen ölümün… Telefon sesiyle birlikte hareket eden sessizlik kılıçla kesilmiş şeffaf, kaygan bir hayvan gibi ikiye bölündü. Bir kısmı telefon sesinden önceki zamanda kaldı, diğer yarısı ise araya giren sesin böldüğü zamanın ötesine geçip beklemeye, diğer yarısıyla birleşeceği zamanı kollamaya başladı. - Alo? Bir elini beline koydu, konuşurken bir yandan da aynadaki görüntüsünü izliyordu. - Aaaa demek unutmadın, çok teşekkür ederim, inanılmaz şaşırdım! Her zamanki gibi çok… Çok düşüncelisin, her zaman söylemişimdir bunu. Yakındaki tabureye uzandı, gıcırdatmamaya özen göstererek oturdu, bacak bacak üstüne atıp bir bacağını yukarı aşağı sallamaya başladı. Çorabındaki kaçık gözüne takılınca bacak değiştirdi. - İyiyim, iyiyim, daha doğrusu iyi olmaya çalışıyorum. O sırada gözü yine karıncalara takıldı, salondan gelen bütün karıncalar, portmantonun altına doğru ilerliyordu. - Gazeteler filan da yazdı, okumuşsundur ya da ne bileyim ortak tanıdıklardan duymuşsundur diye düşünmüştüm. Karıncaları izlemeyi sürdürdü, sanki yuvaları portmantonun altındaydı, oraya giren hiçbir karınca öbür taraftan çıkmıyordu. - Demek duymadın. Bacak değiştirdi, dalgın dalgın konuşmasını sürdürdü: Yerinden kalkıp telefonu sol eline aldı, ahizeyi boynuyla omzu arasına sıkıştırıp sağ eliyle portmantoyu ileri doğru çekmeye girişti, çok ağır olmasına rağmen epeyce çekmeyi başardı. Kocaman bir karasineğin üstünü onlarca karınca kaplamıştı, iğrenç görünüyorlardı, dayanılmaz bir öfkeyle hepsini ezmek istedi. Bir an karşı dairedeki kadının cesedini yüzlerce, binlerce karıncanın kapladığını, belki de dört gün boyunca kadın o ipte öyle sallanıp dururken onu parçalamaya çoktan başlamış olabileceklerini düşündü. Sonra da karıncaların tavandan sarkan o ipe tırmanıp cesede ulaşmalarının imkânsız olduğu kanaatine varıp o korkunç görüntüyü zihninden uzaklaştırdı. - Bir hafta kadar oldu. Belki de zavallı kadın boğulurken ağzından saçılan kanlar yere de damlamış ve işte şu iğrenç karıncalar o kan damlalarının etrafını da işte böyle sarmıştır. Tüyleri diken diken oldu yine. -Ne bileyim işte, ünlü bir yönetmenin eski karısıymış, kapıcı öyle demişti. Evinden nerdeyse çıkmazdı, kimseyle de görüşmezdi. Tabureye tekrar oturdu, sağ bacağının dizden yukarıdaki kısmında kalan çorapta bir delik açarak sol elinin başparmağını oradan geçirdi, işaret parmağıyla başparmağı arasına sıkıştırdığı çorabı çekiştirmeye başladı. Bir yandan da karıncaları izlemeyi sürdürüyordu. - Bilmiyorum sonra ne oldular, birkaç gün öyle durdular sonra kayboldular, artık kadının kendisi mi içeri aldı, apartmandan birileri mi aldı gitti bilmiyorum. Portmantonun çekmecesini karıştırdı, bir kibrit arıyordu, buldu. Tabureden kalkıp telefonu eline aldı, ahizeyi yine boynuyla omzu arasına sıkıştırıp bir kibrit çaktı, karınca öbeğine yanaştırdı. Bir kibrit daha, bir tane daha… Bütün karıncalar küçük cızırtılarla büzüşüp katılaştı. - Hmm evet, sigaramı yaktım, pardon. Aynada yüzüne bakarak ağzını sağa doğru büzdü. - Biliyorum tabii bilmez miyim? Ayağa kalktı yine, topuklu ayakkabılarını sağ ayağıyla kendine doğru çekip giydi. Eli belinde aynada kendini süzmeye başladı, dudaklarına, gözlerine, burnuna baktı ve uzun zamandır ilk defa güzel olduğunu düşündü. - Program mı? Telefonu kapattı, ayağındaki topukluları fırlatıp attı. Hoplaya zıplaya yatak odasına koştu, gardırobunu açıp askıları acele acele sağa sola çekiştirerek akşam için en çarpıcı elbiseyi seçmeye girişti. Sessizliğe gelince, sessizlik, hareket etmeyi durdurdu.
|

