[Gökçeyazın]"k. İskender'le 'Insectisid' üzerine bir söyleşi" - Melek Öztürk*"BÖCEK ANARKO BİR KAVRAMDIR"Güneşin, soğuk kış gün günlerini özletircesine içimizi dışımızı fazlasıyla ısıtmaya başladığı sıcak bir yaz gününde k. İskender'in mütevazı evinde yeni çıkan kitabı 'Insectisid' hakkında sohbet ettik. Sohbetimizi pür dikkat dinleyen tek canlı varlık k. İskender'in sevgili kedisi Zozo'ydu. Konuşabilseydi eğer, o da konumuza dair bir şeyler mutlaka söylerdi. Onun da söyleyecekleri vardı sanki... Stüdyo İmge Yayınları'ndan çıkan ve özgür metinlerden oluşan, yazın dünyamıza farklı bir tat getiren, en son kitabınızın adı İngilizce'de böcek ilacı anlamına gelen “Insectisid”. Kitabınızın daha ilk sayfasında okurun illegal bir metinle karşı karşıya olduğunu uyarıyor ve sonra okumaya davet ediyorsunuz. Bu uyarının nedeni nedir? Her şeyden önce var olduğumuz ve hayatta kaldığımızı iddia ettiğimiz arazi parçalarında farklı kurallar geçerli. Farklı kurallardan kastım da şu; bir kere devletin ve iktidarın sunduğu bir yaşam biçimi var. Bir de halk dediğimiz bir kitlenin kendi içinde kovaladığı bir hayat biçimi. Tırnak içinde söylersek 'tıpkı divan edebiyatı ve halk edebiyatı gibi'. Buna bağlı olarak divan etiği ile halk etiği var. Divan etiği ne kadar ölçülü, ne kadar disiplinli görünse dahi halk etiği bu disiplinden o kadar uzak, çok daha samimi ve kendi içinde yaşadığı bir şey. Bu coğrafyada halk ve devlet arasında en büyük çizgi buradan geliyor. Devlet bir şey dayatır, halk o dayatılan bir şeyi kabul etmiş gibi görünür. Fakat farklı bir şey yaşar. Bu şiirde de böyledir, aşkta da böyledir, nefret de böyledir. Belli kurallar içerisine sıkıştırılmamız gibi bir şey mi? Evet. Kurallar içerisine sıkıştırıldığımız iddia ediliyor, oysa yok öyle bir şey. Çünkü altkültür var. Bu altkültürün açılımını nasıl yapmak gerekiyor Ortadoğu'da? Çok akademisyen gibi konuşmak istemiyorum. Çünkü ben hiçbir zaman hiçbir alanın akademisyeni olmak istemedim. Ama dürüstçe söylemek gerekirse devletin bize yaptırımını halk benimsiyor gibi görünse de benimsemez. Bu heteroseksizmde de, sağ kültürde de, sol kültürde de olabilir. Her türlü açılımda devletle halk arasında her zaman her noktada sanatında da politikasında da çok büyük ayrım var. Yani biz iki ayrı varlığız. Hiçbir zaman birbirimizin içine karışamayız. Kitabın açılımı da zaten bu noktadan geliyor. Neden? Çünkü önce bir uyarı yapmak gerekiyor. Uyarı yapıyorum ama bu uyarı, aslında şehvete ve cinnete bir davet. Şehvete ve cinnete davet edilen kişi eğer o kitabı satın aldıysa zaten o uyarıyı önemsemeden olduğu gibi olayın göbeğine oturacaktır. O kapıdan içeri girecektir. Siz birine anahtar verip bu kapıyı açma diyorsanız, masalda olduğu gibi, 39 odayı dolaşabilir ama 39 odadan önce açılacak ilk kapı açılmasını istemediğiniz kapı olur. Merak edilen şey hayat değiştirir. Çünkü patikadır. Ama o patika sizi kestirme yoldan ulaştırabileceği gibi bildiğiniz yoldan saptırıp tehlikenin göbeğine de atabilir. Ben bütün kitaplarımda zaten bunun peşinde koştum. Bu Pandora'nın eline verilen kutuya benziyor. Umut kalır. Son anda kapatılır kutu. Ama benim verdiğim kutuda dışarı ilk kaçan şey umut'tur. Çünkü ben umutsuz bir insanım. Umut eden insan bana göre aptaldır, umut eden insan tembeldir. İdeali olan insan mücadele etme ruhu ile birlikte ummadan o yolda gider. Yani 'güneşe akın var'sa, güneşe akın yapılır. 'Güneşi zaptedeceğiz, güneşin zaptı yakın' diyebiliyorsak Türk edebiyatı bazında Türkiye'de yaşayan insanlar adına söyleyebiliyorsak bunu bir gün güneş zaptedilir yerine 'güneşi zaptedeceğiz' diyebilmek Nazım'ı nasıl bugünlere taşıdıysa altkültürde de ummadan jiletin bütün yanlarıyla, bütün köşeleriyle, keskin yanlarıyla, kesmeyen yanlarıyla hayata bir jilet gibi atılabilmek; işte Insectisid'in belki de temel çerçevesi. Çünkü elinize jileti ben veriyorum, bunu mantıklı kullanırsanız traş olabilirsiniz, mantıksız kullanırsanız bir intihar vesilesi olabilir. Aynı anda bileğimi keseceğim derken jiletin düzgün yanını bileklerinize sürerseniz burda bir komedi çıkar. Jiletin neresini kullanacağını bilmek önemli. Eh hayatın neresini kullanabileceğimizi bilmek de çok önemli. Karşımızda sevdiğimiz ya da nefret ettiğimiz insanın neresini kullanabileceğimizi bilmemiz önemli. Çünkü insan da bir obje. Her obje kadar keskin, her obje kadar yumuşak, kaygan ve duyarlı. "Insectisid" bu kitabın alegorik adı. Düzeyli bir okuyucu bunu hemen hissedebilir. O halde, yeryüzündeki tüm böcekler, ruhlarına sıkılan bir flitle her an zehrin doruklarına çıkma tehlikesini yaşasalar da gökyüzündeki yıldızlara cesaretle bakmaktan korkmuyorlar. Bunun tek nedeni böceklerin sayıca üstün olması mı? Böcekler sayıca üstün değil. Varlık olmak kavramıyla üstün. Milyonlarca düşmanın önünde bir tane böcek olabilmek bile bir üstünlük vasfı. Çünkü aldatan ve aldatılan olmak üzere insanoğlu yeni dönemde ikiye ayrılmak durumundadır. Globalleşmenin getirdiği bir arada olma kavramını aslında bozan ve bozacak olan bana göre gerçekten aldatılan ve aldatan olacak. Bunu sağ, sol, faşist, komünist ya da heteroseksüel, biseksüel ya da eşcinsel diye ayırmamak gerekiyor artık. Çünkü ayrım, aldatılan ve aldatan, dürüst olan, yalan söyleyen. Burda dürüst olduğumuz noktada böceği neden dürüstlük kavramı içine aldık? Çünkü böcek çirkindir, böcek kente yerleşmiştir. Böcek anarko bir kavramdır, hoşlanılmaz, yok edilmeye çalışılır. Yok edilmeye çalışıldıkça ürer. Üstüne sıkılan ilaç onu öldürür. Fakat tekrar o evi bastığı zaman ilk sıkılan ilaçtan etkilenmez. Farklı bir ilaç denemek gerekir. Yok edemezsiniz böceği. Bu nedir? Bu böcek kavramı bizim toplum içinde özellikle kentselleşmenin yaşandığı noktalarda, metropolleşmenin yaşandığı yerde bir altkültür üyesi olarak yaşayıp yok edilip yok edilip, yeniden yeniden doğmamız, küllerimizden doğmamız: Kurt Cobain öldü, Jim Morrison öldü, Kanat Güner öldü, Mehmet Kartal öldü. Bunlar bilinen isimler. İsimsiz olan çok arkadaşımız öldü. Ne oldu? Bunlar öldükçe o küllerden binlerce binlerce tekrar üredik. Ve düşmanımıza çok keyif veriyoruz. Düşmanımız olduğu gibi devletin içine sızmış olan iktidar kavramı. Biz bu iktidar kavramını bir yerden yakalayıp çürütmek zorundayız. Elektrik kontağı yapmak zorundayız. Bir böcek elektriğin içine girdi mi kendini yok eden bir intihar komandosu olur, ama elektrik sistemini de çökertir. Biz bu gücü çökertebilmek için ister istemez kendi kendimizi feda ederek gerek yazarak, gerek bedenimizi ortaya atarak yıllardır politik anlamda olsun, yazınsal anlamda olsun diğer sanat dallarında da olsun bunu becerdik mi? Becerdik! Çünkü eğer bugün idam cezasının kalkması gündeme geldiyse, eğer bugün anadiliyle konuşmak gündeme geldiyse, eğer bugün yazarlarımız, çizerlerimiz dünyada çeşitli etkinliklerde çok önemseniyorsa ve hatta bizler o insanlara çok sert çıkıp kendi kimliğimizi gündeme getirebiliyorsak bu onlarca böceğin belki yüzlerce böceğin yanarak aydınlık yaratmak için o karanlığı denetimi altına almış olan o elektrik sisteminin ben istersem aydınlık olur, ben istersem karanlık olur diyen o sigortayı infilak ettirmemizden geçiyor. Sigorta onu yöneten parmakların ucunda değil. O binanın içinde o sigortanın arkasında duran böceklerin elinde. İnsan yaşamında öyle anlar oluyor ki, seni seviyorum'lar seni suçluyorum'a dönüşüyor bazen. Ve ihanet aşkın bir parçası, nefret de onun kaçınılmaz bir sonucu oluveriyor. Kitabınızda bu konuya dair; 'Konuşamayışlarımız, hiçbir şeyi açıklayamayışlarımız, kaçıp gitmeyi erdem sayışlarımız var. Umutmuş, bir şans daha vermeklermiş. Zaaf zaaf! Bunlar evrim zaafı! Ben kin tutmayı aşktan daha yüce bilirim. Aşk acısı silinir, kin mezara kadar! Sadece hümanist olacak kadar düşük değil IQ seviyem!' diyorsunuz. Bunlar bir şairin serzenişleri mi, yoksa gerçeklik payı var mı? Elbette gerçeklik payı var. Neden gerçeklik payı var? Ben hayalin yarattığı bir şair değilim, şairin yarattığı hayaller peşinde de koşmuyorum. Benim sorunlarım var. Bu sorunlar kişisel değil. Bu sorunlar toplumsaldır. Bu sorunların hepsi tarihsel. Çünkü beni üzen bir evrim geçirmiş durumdayız. Ben hayvan olarak kalmak istiyorum. Ben bir hayvan olarak doğamı yaşamak istiyorum. Ben bana dayatılan, bana sokulan, benim ruhumu, beynimi ele geçirmek isteyen insanlarla daima bir nefret ilişkisi içindeyim. Çünkü ben bir “Otomatik Portakal”a dönüşmeye doğru gidiyorum. Bu “Otomatik Portakal”dan kurtulmam gerekiyor. Bu “Otomatik Portakal”dan kurtulmaya başladığım anda da fark ediyorum ki bütün arkadaşlarımı kaybediyorum, bütün sevgililerimi kaybediyorum; bütün değerlerimi, etiğimi kaybetmeye başlıyorum. Ve bunlar kendi kendine kaybolmuyor, benden birer birer çıkıyor. Peki bu noktada benim yapacağım şey nedir? Benim hızla, büyük bir speed'e girerek onlar benden çalmadan benim elden çıkartmam. Ben değerlerimi çaldırmak istemiyorum. Eğer bunların çalınacağı kuşkusunu yaşıyorsam, bu septik yapının içine büründüysem ben bütün değerlerimi sokağa atıyorum. Sokağa atışla zaten o altkültürü başlatıyorum. Ben bir altkültür bireyi değilim. Sevgili Umay Umay'ın çok güzel bir lafı var: “Ben marjinal değilim, benim arkamda teknik ekibim var. Teknik ekibin varsa sokakta kendini jiletleyen travesti mi marjinal, ben miyim? Ben değilim, onlar marjinal,” diyor. Bizleri öyle bir noktaya sürüklediler ki –sistem olarak- bizler marjinal olmaktan çıktık. Ama çok arada kaldık, korkunç bir tampon bölge oluşturmaya başladık. Yani süperegoyla id tabakası arasındaki normal egoyu oluşturmaya başladık. Bu ego da nedir; kimlik demektir. İşte toplumun kimliği olmaya döndük. Marjinalken tampon olarak, tamponluğumuz yüzünden kimlik olmaya başladık ama ne yazık ki bunu ne devlet ne de toplum kabul edebiliyor. Çünkü yalancı, riyakar bir sistemin içindeyiz, ki bu sistemden bahsederken kastım 'sanat çevresi'. Çünkü devletin zaten ne kadar riyakar olduğu ya da ne kadar gizli olduğu, ne kadar şahsiyetsiz olduğu ortada. Bütün devletler şahsizyetsizdir. Çünkü iktidar hükmetmek için vardır, yol göstermek için değil. Ve üstüne üstlük bana rehber olmayı kabul etmiş bir kurumu ben reddediyorum. Bana ancak benim seçtiğim, benim sevdiğim şeyler rehber olabilir. Bunlar da benim kültürümdür, benim tarihimdir. Benim kadar Türk sanat tarihini özümseyen çok ender insan çıkacaktır. Çünkü 'küçük İskender' ismini bile taşımam burdan kaynaklanıyor. 'küçük' çırak demek. Ben bu adı hâlâ taşıyabiliyorum ama bunu bir arabesk öğe haline dahi dönüştürebilen insanlar var, bunu bir alay konusu yapanlar var. Onlar bunu alay konusu yaptığı süre içinde de ben o küçük'lüğü cinselliğe yükleyeceğim. Ya beni çırak olarak kabul edersiniz ya da sertleşmiş bir penis olarak İskender'in küçüğü olarak kabul edersiniz. Ya çırak olurum ya da tacizde bulunup ama yine ordan bir üretim peşinde koşan anarko halinde bir penise dönüşebilirim. Bu dönüşüm esnasında böcek yapım mutlaka olmak zorunda. Hangi antenim, hangi ayağımla hayatın içine bir penis gibi kayıp gideceğim belirsizdir. Üstüme de bassanız, ters de çevirseniz, Gregor Samsa da yapsanız beni sonuçta ben insanlığın içinde her zaman ve her zaman ilgilenilen, ama her dakika temkinli davranmak zorunda kaldığınız bir böcek gibi yaşayacağım. Bu bir korku vesilesi değil. Ben korkmuyorum, ben korkutuyorum. İnsanların en büyük fobilerinden biri böcek korkusu. Nedir böcek? Çirkindir, yalnızdır, gelir hayatınızın içine zehrini taşır ve evinizin en tatsız bölgesine yerleşir. Ben insan hayatını ve dünya tarihini değiştiren anarşizmin tadından bahsetmek istiyorum bu kitapta. Çünkü biz bir tehlikeyiz. Oysa biz tehlikeyi kendi içimizde yaşamıyoruz. Tehlikeyi ayartmak için var değiliz, biz varız! Bizi rahat bırakmıyorlar. Tıpkı yıllar önce İstanbul'daki köpekleri toplayıp adalara yığmaları gibi bir şey. Yıllar önce bütün köpekleri alıp, Marmara Denizi'nde bir adaya götürmüşlerdi ve hayvanlar ordan kurtulmak isterken yok olmaya başlamışlardı. Ne oldu bugün, köpekler kayboldu mu? Habitat nedeniyle sokak köpekleri yok mu edildi? Peki böcekleri yok edebildiniz mi? Yaşadığınız evin içinde, duvarlarında kaç milyon böcek yaşadığını tahmin edebiliyor musunuz? Reddetseniz dahi bir gün burnunuzdan, kulağınızdan içeri girer, beyninize yerleşir ve yumurtalarını bırakır o hamamböcekleri! Bu nedenle mi kendinizden ya da çevrenizden çok nefret ettiğiniz zaman sevdiklerinize bile zarar verebiliyorsunuz? Ben zarar vermiyorum, ben bir zarar verici değilim. Ben kendimi her zaman fenomen olarak kabul ettim, herkes bir fenomen. Hiçbir elemente niçin böylesin diye sorulmaz. Ben fenomenden çok kendimi bir element gibi görüyorum, belki nükleer bir element. Bunu mantıklı kullanırsanız, benle beraber uzayın her yerine gidebilirsiniz. Ama çıplak elle dokunursanız size zarar veririm. Çünkü yapım bu. Yapım gereği yaşadığım coğrafyaya, dünyaya ve zamana zarar vermek için değil, katkıda bulunmak için burdayım. Ama asit bazdan ayrı kalamaz. Hayatımız boyunca o kimya denilen şey insanın kimyası, aşkın kimyası her şeyin kimyasıdır. Eminim ki kimya laboratuarlarındaki en önemli deney asitle bazı birleştirebilmektir. Çünkü çatışmadan sonuç elde etmek mümkün değildir. Bu matematikte denklemdir, kimyada redokstur. Mutlaka o çatışmanın, o eşitliğin, alıp vermenin mantığını görmekle, sonuç elde etmek zorundayız. Sonuç elde etmeden hiçbir şey keşfedemeyiz. İcat etmek, bir şey bulabilmek, bir imge yakalamak, bir hayat tarzı yakalamak, bir hüzün yakalamak, bir sevinç yakalamak, hep bir eşitliğin sonuçlanmasıyla koşut bence. "Parmak" adlı öykünüzde, duygusuz, cani, sevgilisinin parmağını uykusunda kesen bir adamı ve eşine tapan bir köpeği anlatıyorsunuz. 'Büyük insanlık' bu kadar duygu yoksulu mu oldu? Evet. Çünkü bazı şair dostlarımız şu şekilde açılımlar yapıyor: Aşk tek kişiliktir, aşk çift kişiliktir vb. Oysa biz bir koltuk almıyoruz hayatımıza. Yani aşk bir koltuk değildir, çift kişilik, tek kişilik ya da üç kişilik olsun. Bir koltuk takımı oturtmuyoruz hayatımıza. Biz çünkü bir salon değiliz. İnsan hayatı bir salon değildir, insanoğlu bir yatak odası değildir, insanoğlu bir mutfak değildir, insanoğlu bir tuvalet de değildir. Bundan kastımı bilmem anlatabiliyor muyum? Feminizmi de, hümanizmi de her şeyi içine alan bir açılım bu. İnsanoğlu bir ev olabilir ama çatısız bir ev olmak zorunda. Bütün özgürlüğü içinde taşımalı. Duvarları yıkıp, yere oturabilmek, oturduğun yeri mekan sayabilmek önemli. Ben buraya yerleşiyorum demek önemli. Okunun düştüğü yer mekandır ama bu oku eski Türkler gibi atmak önemli değil, gönlün nereye düşerse orası senin evindir, yuvandır ve var oluş nedenindir. İşte bu noktada kurumsallaşmış olan aşklar, kurumsallaşmış olan nefretler, önyargılar, önseziler, başına ön takısı alan bütün kelimeler çok büyük tehlike taşır. Art niyet de tehlikeli. İşte bunun için ön ve ardın arasında olan noktada hayvani güdülerini koruyarak kendi saldırganlığını, kendi üreme nedenini bilmek, kendi yüreğinin aktığı yere bile bile gidebilmek en güzeli. Çünkü insanlar birbirini çok güzel kullanıyor, insanlar birbirinin hamalına dönüşmüş durumda ama hamalına dönüşürken kim kimin hamalı, kim kimin malı, objesi burda tehlike başlıyor bana göre. Ben objeleşmiş olan kavramları her zaman takdirle karşıladım çünkü objeyle benim birebir çok esrarengiz bir ilişkim var. Objeler benim için kilitli. Ben nesnenin de bir hayatı olduğunu düşünüyorum, nesnenin de tıpkı bir bitki gibi hayvandan ayrılan o bitki gibi bir bakışının olduğunu düşünüyorum yani ona dokunuyor ve bir enerji bırakıyorsunuz, parmak iziniz var, onu okuyorsunuz, onla bir şeyler yaşıyorsunuz ama o sizle konuşamıyor. Konuşamadığı için çok büyük sıkıntılar taşıyor bütün objeler. Objelerin konuşmaya başladığı bir dünya istiyorum ben. "Bay Archie'yi Görmek İstemiştim" adlı öykünüzde, bir kasabada geçen olayları ve kalbi çalınan bir adamın derdine çare bulması amacıyla Bay Archie ile görüşmesini anlatıyorsunuz. Oysa adamın bu öykü uğruna kalbini feda edip, sahneye en doğal ve makyajsız haliyle çıkması yarı yolda bırakılmasına ve bir anda herkesin onu terk edip gitmesine neden oluyor. Peki yazar niye yarattığı karakteri bir anda terk ediyor? Ben terk etmiyorum. O öykünün ya da tiyatral metnin en büyük özelliği; ben onu 20'li yaşlarımda yazmaya başladım ve 38 yaşında ancak tamamlayıp yayınlayabildim. Çünkü o öykünün nasıl biteceğine bir türlü karar verememiştim. 38 yaşında bu şekilde bitirdim, belki 48 yaşında farklı bir şekilde bitirebilirdim. Oradaki terk edilmek aslında hiç de tahmin edildiği gibi içinde büyük bir tragedya taşımıyor. Tam tersi. Oradaki terk edilmek, soyutlanmak ve izole olmak, aslında kendini bulabilmek. Kahramanın kendini yani kalbini bulmasıyla ilgili. Kalbini bulması; kalbi dilinde, diline dönmesi ve seyirciyle konuşmaya başlaması bütün epik özellikleriyle birlikte o açılımı yakalaması, kalbini toplumda ve kitlelerde bulabilmesi, kaybettiği kalbini oralardan söküp alabilmesiyle mümkün. Çünkü ilk başta kaybettiği kalp toplumun, Tanrının, ya da her türlü milliyetçi duygunun ona sunduğu bir kalptir. Ve o boşlukta, arayışta asıl kalbin toplumda, kitlelerde olduğunu yakalayıp oraya doğru yönelmesi ve bu yönelişin de sezilmesi dolayısıyla sahnedeki bütün insanların bireysel nedenlerle kaçıp gitmesi, egosantrik davranmaları sonucunda kalbini halkın içinde bulması bana göre en güzel sosyalist-trajikomik metinlerden biri. Ama bunların analizini kim yapacak? Bir gün yaparlar. Ama sanırım ben yeryüzünde olmayacağım. Arthur Rimbaud'nun cenazesini üç kişi kaldırdı. Lütfen beni bir kişi bile kaldırmasın. * Bu röportaj Varlık ve Dünya kitap eklerinde Eylül 2002'de yayınlanmıştır. |


