[Öykü]"Kaşıntı" | Erdoğan Taşkın"BOL ÇAPAKLI, AMA OLSUN"Onda hikâye bol. Dumanı çekmeye görsün. Anlatır durur saatlerce. Çocukken mesela, 12-13 yaşlarındayken, Beyoğlu'nun bütün sinemaları onunmuş. Porno, macera, şiddet, komedi veya aşk filmleri oynatanlarına kadar. Kırk yıllık ahbap çavuş gibi makinistlerin odalarına dalar ya da sinema sahipleriyle ofislerinde oralet, çay içermiş. Koca adamlar gibi parlak deri koltuklara gömülür, tespihini döndürürmüş parmaklarının arasında sinema sahipleriyle laflarken. Erkan usul bilirmiş. Arka kapıyı da ön kapıyı da… Bazı filmlere, biriktirdiği harçlıklardan parasını ödeyerek açık açık girerken bazılarına da kaçak göçek yollar vasıtasıyla sızıyormuş. Tanıdık çok tabii o yıllarda. Babasının bir sürü arkadaşı. Bazen bir "merhaba"yla kebaplar geliyormuş önüne, bazen de aylarca sinema bedava. Fakat insanın işi gücü sinema olmaya görsün. Eh, para mı dayanır yani, günde üç-dört film seyretmeye. Bazen tanıdık bile dayanmaz. İşte o zaman arka kapıyı kullanırmış. Tabii bu sızma esnalarında enselendiği de oluyormuş ara sıra. Enselendiğinde de biletçiden, yer göstericiden ya da makinistten yermiş şamarı. Ama şamarı yiyip kıçının üzerine oturur mu Altan? Tabii ki oturmaz. Soluğu mahalle karakolunda alırmış anında. Sabah sabah karısının ya da sevgilisinin sıcak koynundan küfrede küfrede çıkmış, bütün gün uğraşacağı belaların stresiyle, üstünden elektrik akarken, karakolun kapısından daha yeni adım atmış bir komiser için de Altan'ın şikâyeti bulunmaz bir fırsattır. Atölyenin duvarları ıpıslaktı rutubetten, çatısı akıyormuş binanın. Adam buradaki durumun ne olacağını tam olarak kestiremediği için çatısını aktarmıyormuş. Böylece bina bir yandan da çürümeye terk edilmiş gibi. Çürümeye terk edilmiş bir binanın giriş katında, bu küçük atölyede işten çok sohbet dönüyordu sanırım. Altan'ın bir de ortağı olmuş. Birlikte işi büyütmekten bahsediyorlar. Eyvah, diyorum içimden, aslında yapamayacağım bir şeyin "eyvah"ı bu, bunu da biliyorum, ama yine de içimdeki "eyvah"ı engelleyemiyorum. Bi şekilde buraya daha sık gelebilmenin yolu olarak bu küçük atölyede benim de bir şeyler yapabileceğim fikri zaten sadece bir hayaldi. Şimdi Altan'ın ortağı da olduğuna göre, adamı iyice torbacı yerine koymaktan başka bir yol kalmıyor sanki. Niye geldiğimiz belli. Götten bacaklı biri aslında Osman, bir önceki gelişimde tanışmıştım. Kapkara, kıllı bir suratı var. Kafası vücuduna oranla biraz küçük kalıyor gibi. Gözü rahatsız eden bir oransızlık var tipinde. Ama sempatik olmaya çalışıyor. O gün de Altan kafası harbi bir hikâyeye yazılmış, üçümüz okuma faslına geçmiştik. Osman'ın bir de arabası varmış. O gün öğrendim. Steyşın bagaj beyaz bir Renault. Okuma faslı biraz zaman aldı. Tabii vakit geç olunca beni arabayla eve bırakmayı teklif ettiler, neden olmasın dedim. Fakat gelin görün ki, arabanın teybi bozuk. Ve Osman, "Bu kafa müziksiz gitmez abi," dedi, taktı kafayı teybe. Söktüler Altan'la baktılar, tekrar taktılar, tekrar söktüler, taktılar… filan. İçli dışlı olma yolunda ilerliyoruz Osman'la da. Sanki bu durum bana başka bir şeyi işaret ediyor. "Müptezel" diyorum kendime. "Sen bir müptezelsin oğlum. Kendine ne kadar bahane uydurmaya çalışırsan çalış. Evet, bulunduğun durumlardan çok sıkılıyorsun, bunu aşmanın yolu olarak da içinde bulunduğun ortamların üstünde olmak istiyorsun. Onların sahip olmadığı bir algıyla onları izlemek, sıkıcı muhabbetlerinin dışına çıkmak, hatta hiç duymamak…" Peki daha yükseği var mı bunun diye soracak olursanız, en yükseklerinin mezarda olduğunu da söyleyebilirim. Bizim kaşıntımız hafif kalır birçoklarının yanında. Ama yine de tatmin edilmediğinde insanı geren bir yanı var ki, kendim için bunu bir soluk alma anı olarak da görüyorum. Parayı bastırıyorum Altan'a, o da gidiyor hemen komşudan getiriyor okunmaya hazır en sıkı hikâyeyi. Bol çapaklı, ama olsun. Yarısından fazlası ziyan oluyor; ne yapalım. Bir iki günü kurtardık mı yeter. Yüzünü seçmek imkânsızdı. En azından arabanın arka koltuğundan. Camda oluşan şehrin parıl parıl yansımalarının örtemediği bir gerçek vardı, caddenin hemen en işlek yerindeki bir binanın giriş kapısında. Hem de polis karakolunun dibinde. Çullara sarılmış bir insan; (İnsan mıydı gerçekten?) orada, apartmanın girişinde, yaşam mücadelesi veren bir öteki. Evlerden sokaklara taştıkça köpekleşen insanlar. Bunlar şehrin kötü örnekleriydi ve merkezden sürülmeleri gerekiyordu. Sanırım kenti dönüştürmeye çalışanların aklında tam da bu vardı. Aklımdan bunlar geçerken, o inatla başka bir plandan bahsediyordu. Altan, bu mahallenin altında başka bir mahalle olduğunda ısrar ediyordu ve bu adamlar da bu mahalleyi ortaya çıkarmak istiyorlardı. Sonuç olarak yine çıkara dönüştürülebilecek paranın daha hızlı akacağı bir alan. Böyle de olsa bir şekilde bu mahalledeki insanların huzursuzluğunu her seferinde hissedebiliyordum, Altan'a her uğrayışımda. Bir seferinde mahalleden tek başına çıkarken, beş altı travesti kesti yolumu. Açık açık sarkıntılık yaptılar bana. "Bakın," dedim, "yaptığınız işi anlayışla karşılıyorum, ama ben evliyim." Bir de tabii benim gibi kaşıntıdan mustarip pek çok insanın ihtiyacını da görüyordu burası. Bu dönüşüm darbesi, işin daha da zorlaştırılması anlamına geliyordu. Daha da yerin altına itilmeye çalışılıyordu ötekileşenler. Onların görmek istemediği bu cam yansımalarında dönen bir hayat vardı ama. Şimdilik Altan ve Osman var. Daha sık uğramam elzem gibi göründüğüne göre de bu öykülere yeni kahramanların girmesi de kaçınılmaz olacak. Kaşıntı sürüyor.
|

