[Deneme]"Nâzım Hikmet’in Vatandaşı" | Hüsen Portakal"İNSANLAR, DAHA GÜZEL GÜNLERE İNSANLARI TAŞIR" "Nâzım, Gençlik yıllarımızda Nâzım Hikmet'in adını duyar, şiirlerini göremezdik. Arada bir “İşte geldik gidiyoruz - şen olasın Halep şehri” dizelerini annemden duyardım; o bu dizeleri dünyanın geçiciliğini anlatmak için söylerdi. Bu dizenin Nâzım'a ait olduğunu ancak çok sonradan öğrendim. Yasaklı, tam yasaklı bir şairdi Nâzım; doğrusu bu yasak bende çok merak uyandırırdı. Ortaokul ve lise çevresinde, hele Urfa gibi bir yerde -1960 öncesinde- kimseden Nâzım'ın şiirlerini sormak olası değildi. Biz gençleri koruyanlar, iyi birer vatandaş olarak yetişmemizi isteyenler, bizi bu zararlı adamdan uzak tutmasını biliyorlardı. Ancak liseden sonra, İstanbul'da yüksek öğrenim sırasında ilk kez Nâzım'ın bir şiirini yazılı olarak görmek şansına sahip oldum: 19 YAŞIM Bu şiirden bir iki dize daha: İnsan, haksızlık, kavga, umut… Dünyaya ateşli gözlerle bakan, daha güzel yaşamak isteyen, bunun için kavga vermeye hazır bir gencin istediği gibi bir şiir. Bu şiirde beni en çok çeken şu dizeler olmuştu: Geçti on dokuz yıl. Bu dizeleri on dokuz yaşımı henüz geride bıraktığım, dünyaya kendi evimizin bahçesi gibi baktığım, tüm dünyayı dolaşmak, Habeşistan'a gidip Taranta Babu'nun elinden keçi sütü içmek istediğim günlerde okumuştum. Nerdeyse aradan elli yıl geçmiş olacak, daktilo ile yazılan bu şiir, elime aldığım ilk şekliyle, kâğıtları sararmış olarak duruyor. Ben Nâzım Hikmet'in vatandaşıyımİnsan insan olur da Nâzım'ın şiirine saygı duymaz mı?Sonra gün geldi, Nâzım Hikmet'in şiirleri kitaplar halinde çıkmaya başladı. Evet, bu görünmez adamın yüzlerce şiirlerini kitap halinde alıyor, elimizde tutabiliyor, okuyabiliyorduk. Aradan çok geçmedi, 12 Mart karanlığı çöktü. Ben Fransa'ya gitmek üzereyim. Bilmediğim, insanlarını tanımadığım bir ülkeye gideceğim. En azından ilk günler yabancılık çekeceğim duygusu içindeyim. Kalktım, Nâzım'ın şiir kitaplarından ikisini gideceğim adrese önceden postaladım, bir kitabı da yanıma aldım. Zor günler geçirirsem, Nâzım'ın şiirleri bana güç verecekti. En iyi, en yakın, en candan dost… Nâzım Hikmet'in şiirleri. Aradan yıllar geçiyor. Ben İstanbul'dayım. Bir sabah çalışma masamın başına geçiyorum. Önümde yeni çevirmeye başlayacağım bir kitap var: Konstantin Fedin'in Gorki Aramızda. Radyo, 12 Eylül askeri darbesini haber veriyor. “Herhalde yine bana yol göründü.” diyorum içimden. Ama masadan kalkmıyorum, o kitabın çevirisi bitiyor. Sonra yeniden Fransa yolculuğu… Mustafa Kemal ve Nâzım Hikmet, Avrupa'da çok bilinen iki ad. Arada bir bana hangi ülkeden geldiğim ya da hangi ulustan olduğum soruluyor: “Ben Nâzım Hikmet'in vatandaşıyım.” diyorum; varsın, Nâzım Hikmet resmen Türkiye vatandaşı olmasın. Ben onun yaşadığı bir ülkede, onun yaşadığı bir dünyada yaşıyorum. Onunla aynı dili konuşuyorum. Onun gibi Kadıköy'den gemiye binmiş, Eminönü'ne geçmişim, Cağaloğlu yokuşunu tırmanmışım, onun gibi Beyoğlu'nda kafa çekmişim. İnsanca yaşamanın yollarını arıyordukElbette dış ülkelerde tanınan şairimiz ya da yazarımız yalnız Nâzım Hikmet değil. O yıllarda Mahmut Makal'ın Bizim Köy'ü çok ünlenmişti. Yine bir hanım Orhan Kemal'in Bereketli Topraklar Üzerinde romanını okumuş, orada anlatılanların gerçek olup olmadığını bana sormuştu. Bense Yaşar Kemal'in Doğu Anadolu'da Neler Gördüm? gezi notlarını Fransa'da okuduğumda irkilmiştim.Türkiye tarih boyunca geri bir yaşama mahkûm olmuş insanların yurduydu. Cumhuriyet'le birlikte işte bu gerilik kırılmak isteniyor, insanlara daha çağdaş bir yaşam sunmak için elden gelen yapılıyordu. Ülkenin yapısı değiştiriliyordu. Yok edin insanın insana kulluğunu, bu davet bizim. Nâzım da Mustafa Kemal gibi Selanik'te doğmuştu, ama onun siyasal görüşü, daha çok Marksist bir toplum yapısından yanaydı. Böyle bir seçimde, elbette Sovyet Devrimi'nin payı büyüktü. Bununla birlikte biz gençler onu 1960'tan sonra özgürlükten, yaşama bağlılıktan yana bir şair olarak tanımaya başladık. Onu tanımaya başlarken, o artık bu dünyada bulunmuyordu. Nâzım Hikmet'in hangi şiirleri biz gençleri etkiliyordu? Nâzım'ı sevenler karşılaştıklarında onun şiirlerini hemen birbirlerine ezbere okumaya başlıyordular? İşte o şiirlerden birisi de TARANTA - BABU idi: Yaşamak ne güzel şey Yaşamanın “ne güzel bir şey” olduğunu ilk kez ondan duyuyor, bu yaşama daha çok bağlanıyor, daha güzel, daha insanca yaşamanın yollarını arıyorduk. Bununla birlikte, TARANTA – BABU şiirinde beni en çok etkileyen şu dizeler olmuştu: Ne tuhaf şey Taranta Babu; Taranta Babu, bizim Anadolu köylüleri gibi kendi halinde –ve yoksulca– yaşayan bir kadın. O, bahar gelince biraz canlanacağını beklerken, hiç bilmediği, tanımadığı insanlar, silahlanıyorlar, ülkesini yağma etmek için onu öldürmeye geliyorlar. Bir yanda insanın yaşama duyarlılığı ve hiç kimseye zararı dokunmayan Taranta Babu'nun canı var; öte yanda, insan yaşamını hiçe sayan emperyalist bir ülke; İtalya'nın silahlarını Afrikalı bir kadına çevirmiş sözde kahraman askerleri. TARANTA – BABU şiiri, bize göre insanın en temel hakkı olan yaşama hakkını savunuyor, biz gençlerde en insanca duyguları uyandırıyordu. Nâzım, bu dünyada rahatlık ve güven aramayan, dünya nasılsa içine olduğu gibi, ama yumruklarını sıkarak atılan, kendini tüm yaşamın bir parçası sayan bir şairdi. İstanbul'da hapishaneye düşünce, yaptıklarına pişman olmamış, dünyaya küsmemiş, yaşama duygusunu ve kavgacı gücünü daha çok dile getirmişti: Fevkalade memnunum dünyaya geldiğime, Ona göre bu memleket uğruna hapislerde yatmaya değer. İçerde kalmak, onu memleketine biraz daha bağlar. Memleketim. Eğer insan ülkesine bağlıysa, sonsuzluk duygusu içinde yaşayabilir; gez gez ülke bitmez; her adımda başka bir insan manzarası bizi karşılar. Her insanın ayrı bir derdi, ayrı bir umudu vardır. Dünyada her insan değilse bile, çoğu insan ülkesini sever. Nâzım'da ülke sevgisi, doğrudan insan sevgisiyle ilgilidir. İnsan-doğa birbirinden ayrılmaz; kendi varlığı ile bir bütünlük oluşturur, arada bir duygu kaynaşması vardır. Yoksa bizim şairimiz çabuk yorulur, uzun ve çetin yolculuklara dayanamaz, kısa yoldan geri dönerdi. Nâzım içerde – hapisteyken de memleketini özler, ülkesinin dışında yaşadığında da. “Şile bezinden…” Ben Fransa'dayken “ora işi” pek bir şey aramazdım; herhalde dönüş umudu taşıdığım için olacak; ama 1974 yılı yazında İstanbul'a döndüğümde, Nâzım'ı anımsamış olmak için ilk işlerimden biri “Şile bezinden” bir gömlek giymek oldu. Mavi çizgili, beyaz bir gömlekti. *** Bireysel olan duygu, onda evrenseldirNâzım, 1950'deki genel afla birlikte hapisten çıktıktan sonra hep izlenir, öldürüleceğini anlar. Bunun üzerine memleketini ve Memet'le anasını bırakır, resmi izin almadan yurtdışına çıkar. Bu izinsiz çıkış, “vatan haini” olmasına yeter. Vatansever olmak için, nasıl olsa bir başkasına “vatan haini” demek yeter. Acaba aynı durumda olan Namık Kemal neden “vatan şairi” oluyor da Nâzım Hikmet “vatan haini” oluyor? Çünkü Namık Kemal'in halkla bir ilişkisi yoktur; Anadolu köylüsünü bilmez. Namık Kemal, demokrasiyi şeriattan çıkarmaya çalışır; padişaha karşıdır, padişahlığa ses çıkarmaz; kadınların kara çarşafla dolaşmasını olağan karşılar. Bu Osmanlı şairi, düzenin adamıdır. Oysa Nâzım Hikmet devrimcidir. Namık Kemal halkın reaya olmasını olağan karşılarken, Nâzım sesini yükseltir: “Yok edin insanın insana kulluğunu.”Namık Kemal vatan şairidir; peki ona göre vatan neresidir? Bu sorunun karşılığı bilinmez. Çünkü bir imparatorlukta vatan olmaz. Nâzım'ın memleketi vardır. O memleketinde olmadığı zaman, “memleket onun içindedir.” Nâzım Hikmet'in hukukta karşılığı olan suçu neydi? Bir yargılama sırasında onunla ilgili bir anıyı buraya aktarmak istiyorum: “Nâzım Hikmet'in kadını”Nâzım Hikmet yeni bir şiir soyu başlatır; daha önce bilmediğimiz bir güç, çok ayrı bir duyarlılık vardır onun şiirlerinde. Bir insan dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, onun şiirini kendisi için yazılmış gibi okuyabilir. Bireysel olan duygu, onda evrenseldir; evrensel olan da bireyseldir. Tüm-duygu şairidir:Bir elmanın yarısı biz yarısı bu koca dünya. Bir elmanın yarısı biz yarısı insanlarımız. Bir elmanın yarısı sen yarısı ben ikimiz…(2) İnsan ancak diğer insanlarla birlikte var olabilir; insana bir tek sevgili, bir eş yetmez; ama öte yandan tüm dünya bir araya gelse, bir sevgilinin yerini tutmaz. Nâzım için sevgili, nazı çekilen, insanın gönlünü okşayan, sadece cinsel doyum veren bir nesne değildir. Sevgili bizim gibi insandır; o da kavga etmesini, üzülmesini, yumruklarını sıkmasını, ayaklanmasını bilir. Nâzım'ın kadınlara bu yeni gözle bakması da, kadını bir alt-yaratık gibi sayan gerici çevreleri rahatsız eder. Peki, bir kadın en az biz erkekler kadar değerli değilse, biz neden ona sevgili, sevgili ana deriz? Şimdi buraya aktaracağım şiir, işte böyle devrimci bir anlayışla yazılmıştır: Bahar ağaçları gibi güzel, bir isyan bayrağı gibi özgürlük kavgalarına atılmaya hazır, yiğit bir kadın; Nâzım'ın kadını. TUNA ÜSTÜNE SÖYLENMİŞTİR(3) Gökte bulut yok Memet'le anası'nın Kadıköy'de vapura bindiklerini uzaklardan gözlerinin önüne getirmeye çalışır. Ne kendisi onların yanına gelebilir ne onlar kendisinin yanına. İnsanın en öz gerçeğini o sadece duygularında yaşar, özlemlerinde dile getirir. Gönlün dilediğini gözlerin görmesi yasaktır. İnsanlar, daha güzel günlere insanları taşır,(4) Kendi özüne bağlı özgürlükTüm bu acıların, duygu yoksunluklarının karşılığında, “İnsanlar, daha güzel günlere insanları taşır.” Sonunda oğul iyileşir, babası çıkar hapisten ve eşin, annenin altın gözleri güler.Gün gelir, artık Nâzım Hikmetler içeriye atılmaz. Gün gelir, insan insanın kulu olmaz. Bu anlamda Nâzım Hikmet'in insan yanı, şiir sanatının önünde gider. Onun olağanüstü güçlü kişiliği şiirlerini beslerken, bu şiirler de bizim insan yanımızı besler. Açıldı demirlerin dışında Bunu unutma Hatçem… Demir kapıların dışındaki lacivert gökyüzü, içinde yaşadığımız bir bahçededir bizim için. Biz “bahçesinde ebruli hanımeli açan” bir evin bahçesinde değil, evrenin içinde yaşarız. Biz insanlar, evrenin sonsuzluğu içinde sonsuz bir yaşam süreriz. Dünyaya kendi açımızdan bakmayız, kendimize dünyadan bakarız. Yarısı buradaysa kalbimin Bir Çinli ya da Anadolu köylüsü, hepsi de insandır, hepsi de birdir. Benim acı sesimi, Çin'de, Sarı Irmak'ın kıyısında yaşayanlar da duymalı, onlar da sesini bana ulaştırmalı. Bunu, “kuytu sularda” kurbağalar gibi yaşayanlar değil, Nâzım Hikmet gibi evrensel duygulara sahip bir şair söyleyebilir ancak. Ama şairi susturmaya, bu sesi boğmaya çalışanlar vardır. Üstelik çokturlar, “suda balık, yerde karınca kadar çokturlar; hain ve korkaktırlar”. Bize türkülerimizi söyletmiyorlar Robson(6) İnsan burada Galilei'nin bir sözünü anımsıyor: “Mi vien serrata la boca.” (Gelip ağzımı kapattılar). Galileo Galilei bir aydınlanma insanı olduğu için, içinde bulunduğu karanlık onu boğmaya çalışır. Nâzım Hikmet, insanlar arası sınıf farkına, mülkiyetin insanın üstünde bir değer olmasına karşıdır. Siz insanın üstünde bir başka değer kabul ettiğiniz an, insan özgür olamaz. Buna karşılık, insan, kendisinin değerini oluşturan, kendi özüne bağlı özgürlük, erdem, hukuk gibi değerler uğruna savaşır, savaşmak zorundadır. Her çağın, her toplumun, ezilen her toplumsal sınıfın bir Spartakus'u olmazsa, “ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa…” *** “bizim kadınlarımız”Nâzım Hikmet, ülkesine, insanlarına bağlı bir şair olarak Kurtuluş Savaşı Destanı'nı yazar. Olaya düşmanca değil, özgürlük ve insan yaşamının değeri açısından bakar. İnsan yaşamı değerlidir, ama insan yaşamından daha değerli olan bir duygu vardır bizde, baş tacı edilecek bir duygu, bu duygu, bu değer anlayışı ÖZGÜRLÜK'tür.Kurtuluş savaşı destanını, hep tutuklu ya da sürgünde olan bir şair yazar. Ülke onu ne kadar dışlarsa, ezerse, o da o kadar kendi ülkesine sahip çıkar. Bizim şairimizin büyüklüğü burada bir kez daha görülür. Kurtuluş savaşının erleri, adeta zaman dışı bir yaşam sürerler; savaş günlük yaşamın bir parçası gibidir; yazgıya inanmış, bu yazgıya boyun eğmiş insanlar, korkmadan, duraksamadan savaşa katılırlar. Savaşa değil, uzun bir yolculuğa gider gibidirler: Ayın altında kağnılar gidiyordu. Kendi kasabasından ötesini, dağların arkasını bilmeyen, düşman ülkesini harita üzerinde bile tanımayan köylülerimiz kağnılarıyla gece gündüz silah taşırlar. Kağnıları çocuklar için yiyecek değil, düşmanı öldürmek için cephanelikle doludur. Bu kadınlar “bizim kadınlarımızdır”, bizim Taranta Babu'larımızdır. Birileri ellerine silah almış, onları öldürmeye gelmiştir. Savaşmak, yaşamı, insan onurunu kurtarmak için savaşa, ölüme gitmek gerekir. Bu nedenle ayın altında kağnılar gider. Bu kağnılardaki kadınlar Nâzım'ın en içten duyguları, yürek sancısıdır. Nâzım anası, sevgilileri, çocukları, tüm insan kardeşleri bu Anadolu köylüleridir, bu köylü kadınlardır: Ve kadınlar Bu birkaç dizeyi yazarken kim bilir Nâzım ne derin sarsıntılar geçirmiş, o gece yatmış kalkmış, tutuklu olduğu için değil, bu insanların, bu kadınların yanında olamadığı için bir isyan bayrağı kesilmiş, yumruklarını duvarlara vurmuştur. Sorun, ülkeyi yalnız düşmanlara karşı korumak değil, bu kadınları törelerin, dinlerin, ağaların, şeyhlerin zorbalığından da kurtarmaktır… *** Ama insan sürgündeyse, durmadan ülkeler, kentler, evler değiştiriyorsa, sabahleyin uyandığında “acaba neredeyim, kimin evindeyim?” diye kendine soruyorsa, sevgilerine doymuyor ve bu duygular sadece özleme dönüşmüşse, evrensel duygular bir yerde geliyor, eni sonu insana ölümü çağrıştırıyor: Beypazarı meskenimiz ilimiz Önemli olan nerede ölmek değildir, nasıl yaşadığını bilmektir; nerede ölürsek ölelim, ölünce nasıl olsa her yerde bir olan, üstüne basarak yaşadığımız bu toprağa karışmayacak mıyız? ~~~ (1) Prag, 8 Nisan 1958. ~~~ |


Daha önce de oğlunu görememiştir. İçeride olmak, ağaçlardan, çiçeklerden, sevdiği meyvelerden uzak olmaktır. Hasta olan çocuğunun yanında olamamaktır. Ama ona göre kendi mutsuzluğu bireysel değildir; mutsuz olan yalnız kendisi değil, tüm dünyadır. Dünyanın hali nasılsa, kendisinin hali de öyledir. O kendini dünyadan, dünyayı kendisinden ayırmaz: