[Öykü]"Sus" | S. Banu Samur"ÖLÜM Kİ BİR FAHİŞEDİR"Kapıyı çek, menekşe kokuları dağılmasın. Susarak bak bana; susayarak. Tozlu yollardan geldin, umutlu ışıklarda yandı tenin. Akşamüzerleri varoşlarda yürüdün. Ayaz vururken ellerine, şehirciklerin tepelerinden baktın, sobalardan dağılan dumanı içine çekerek. Yorgunsun, otur yamacıma. Gözlerin alışacak karanlığa, karanlığıma. Unuttuğun bir şarkı sözünü hatırlamaya çalışır gibi mırıldandın acılarını. Tek dostun aynaların sırrıydı, onlara güvendin bir tek. Kendine biraz gülsuyu koy, için serinlesin. Sadece kristal bardaklarım var benim, incecik. Bir ağaç kovuğuydu ailen. Her ay yeni bir çaput bağladın kurumuş dallarına; köküne kibrit suyu dökerek. Küçükken henüz ölümü sevdin. Kanın aktı yavaşça, ılıkça süzüldü ruhun ayakuçlarından, mutlu şeyler düşündün ilk defa. Ölüm esmer bir kadındı. Çırılçıplak, büyük kalçalı, büyük göğüslü… Göbeğindeki ince tüyleri parlıyordu. Koyu lacivert baktı sana, pembe ayak parmaklarıyla küçük kırmızı dudaklarına dokunup, çılgınca güldü. Sırtını kapatan siyah saçlarını toplayıp raks etti karşında ve gitti. Kanın kurudu. Aşkın yine kapılarda kaldı. Ölüm ki bir fahişedir, er geç herkesin koynuna girer, ten karşılığında. Perdeleri kapat. Bu gece mehtap var. Birazdan arsızca süzülür odama. Yollara düştün sonra. Soğuk bir kar gecesiydi. Ayaklarında inliyordu her bir kar tanesi. Zeytin yeşili bir palto vardı üzerinde. Sarı saçların kapüşonundan saçılmış, ay ışığına el ediyordu. O gece vermiştin kararını, adın SUS'tu. Sus çocukluğunda kaybolmuş birilerinin adıydı hep. Al bu menekşe kokusunu bileklerine sür. Çok fazla kayısı kokuyorsun. O anda gördün o büyük kapıyı. Uçsuz bucaksız ıssızlığın ortasında sadece, öylesine duran, görkemli, işlemeli bir kapıydı. Önünde durdun kapının, siyah gözlerini kırmızı bir alev yaladı. Sonra fısıldadın kapıya, kapı sana açıldı… İndirme gözlerini, yüzüme bak, hep yüzüme. Küçükken komşudan çaldığım elmas yüzüğe bakıp ben de söylemiştim aynı cümleyi: Bedel neyse öderim! Ödedim, ödedin. Hayattan sürülmüştün, ölüm sana gülmüştü. Ya uçsuz bucaksız kar ya da bilinmez bir kapı ardı. Sen huzur istemedin, SUS. Yumuşacık bir yatakta uyandın birden. Ben henüz çocuk bir cadıyken, yakılmak için bağlandığım ağaçta hatırladım neyi aradığımı. Kırmızı pabuçlarım olmadı tabii. Sadece yanan tek insan yanım kan kırmızı irin kaplamış bir kalp… Öfke nedir bilirsin değil mi SUS? Öylece durup bakarsın dünyaya, sağlamca basarsın toprağa, bakarsın ve tutuşur nesneler, duygular, dünya… Çığlıklar uğuldar beyninde, kül olana kadar yakarsın evreni. Öfke siyah bir noktadır. Neyim varsa yaktım, kimim varsa yandı, küllerini un ufak ettim avuçlarımda… Savurmadım. Kapı sana seçmişti kimliğini, masal kralının cariyesiydin. Tenin gizemini çözdün onun erkekliğinde. Kadınlığın hükmünü bildin. Herkesin bildiği bir sırdı varlığın. Gözlere görünmek için inadına kırmızıyı giydin. Birine ait fahişeydin. Yorgunsun SUS, uyu istersen. Ya da uyuma, rüyalardan korkarsın sen. Rahat ol isterim konuğumsun. Çok uzun yollar yürüdün. Bir acı kaldı mı alevi gözlerine vurmayan, isini geleceğine salmayan. Yollar acıdan geçiyor, ya da yolun adı bu. Son kez dönüp baktığımda tepedeki evimize gözlerim en son yandı, yaktım. Yürürken yumruğunu sıkıyordun bilmeden. Hiç pişman olmadın öyle mi? Güllerle dolu yatakta günah, ayıp bilmeden onun olmadan onunla oluyordun. Onun yüzü kızarırken mırıldandığın öpücüklerden, sen arsızca gülüyordun. Sonra o uzun, aydınlık saçlarını kestin. Masal prenseslerinin saçları uzun olurdu, cariyelerin değil, nasıl da incindin. Ve saçların artık sonbahar yaprağıydı. Mum ışığında alev alıyordu sanki. Saçlarından tutuşup, parmak uçlarına değin volkan volkan kaynıyordun. Yakıyordun ne varsa… Kadınlığın düştüğü yeri karartarak akıyordu bacaklarından. Sen hiç korkmuyordun, silah elindeydi sandın, ama sen silahın kendisiydin… Yanıldın, SUS. Sürüldün masalından, yüreğindeki kayısı renkli oğlan da karnından… Kanla kaç defa sınanır insan? Şidebyak'ı dolanıp mor ülkeye geldin. Gümüş gümüş parlayan bir masaldı burası. Acı mordan ağaçlar vardı evlerin çatılarında. Ağaçların kökleri evlerin yatak odalarına uzanıyordu. Alışılmış adımlarla küçük, mor ağaçlı, eve girdin. Tahta masanın başında seni bekliyordu. Saatlerdir seni bekliyordu. Hemen ayaklarına kapandı, ellerini öptü. Döndün dedi, döndün sevgilim… Billur parmaklarınla dokundun adamın saçlarına, kayısı kokuyordu için. Vücuduna dolanan ılık bir suydu varlığı, üfürür gibi öpüyordu tenini… Bir bebek diledin, kayısı rengi bir oğlan… Tezattın, acı mor ağaçların dallarını safran sarı budadın. Artık saygı gören, lanetlenmiş bir kadındın, Tılsım ülkesinde. Somon renklerine büründün. Kadınlığın bilgeliğiyle, şehvetiyle kutsadın bedenini. Ve eski, mavi bir mektupta öğrendin, o zamanlar sevgilini neden terk ettiğini. Hüzünlü, dalgın, kırık ve mağrur bir el yazısıydı. Karısıydı… Sonraki kadınıydın… Bir gece ellerinde ateşlerle geldiler seni almaya. Kopkoyu simsiyah ormandan çıkıp geldiler, kara ifritler, kötü rüya cinleri. Gittin… İfritlerin kralının huzuruna çıktın onca zaman sonra. Simsiyah saçlarını perde yapıp gözlerine sesin titreyerek konuştun. *** İçini tırmaladı kapının önünde kalmak isteyen sarı kız. Kayıp gitmemişti, omzundaki zümrüt şallarla. Ordaydı işte, umuttu yine de belki sen de bir masal yatağında muğlâk bir ölüme sarılabilirdin öyle ya… Sus, sen pamuk prensesin avcıdan olma piç kızısın. Bir yanın av bir yanın avcı. Sen masallarda adı geçmeyen, pamuk beyazındaki kanla kutsanmış, cadıyı aldatmış bir gömlek lekesisin. Seni lanetleyen bir cadı da yok, sen lanetin kendisisin. Lanetler huzur bulamazlar ve kendilerini yaşayamazlar… Ve her piç gibi dağılmış ruhun, her lanet gibi kararırken. Ben büyüdüm, çiçeğe durdu dallarım. Mor değil kayısı rengi çiçeklerim… Görmedim, bilmedim. Çirkin bir kadın ipek bir mendilde kalbini uzattı çirkin bir kadına, meyveye duracakmış dallarım…
|
