[Öykü]"Çorba" | Ümit Karadağ"TOPARLAK KONUKLAR VE ÖKÜZLERİ"Eklem bacaklı sevim, saklanacak yer arıyor yine. Şuur kaybı anlatılmaz şirretliğinde çeşni oluyor varolan kavganın lüle taşından oyulmuş kazanında kaynayan çorbaya. Humma sancısı ruhun cidarına yapışmış. Kraterler açmış bucak bucak içi jel kıvamında "güya hissetmiştim"le tavlanmış, az pişmiş pişmanlıkla dolu. Ve nam kılıcın kınından fırlar. Toparlak konuklar, asma yaprakları çiğneyen öküzlerin çektiği kağnılarla, doluşurlar salonuma. Apartlar halinde istiflenmiş, telli pembe klasörlerin içinden, dize getirmek için mekanizmaları kurcalanmış organizmalar tebelleş olur koltuklarıma. Zaman, anasını katlettiği için damda. Gün, hafif alacalıkta takılı kalmış pencereme. Işığın parmakları, hücremin izbe duvarlarını karışlıyor. Bızır neşriyatta köşe yazarı olan, cevval, atak araştırmacı gazeteci Haki Nambulur'u arıyorum, beni öküzler hakkında bilgilendirmesi için. Sekreteri çıkıyor. "Haki bey burada yoklar efendim, nasıl yardımcı olabilirim?" diyor, tatlı, fakat ağır aksak aksanıyla. Nerede olduğunu soruyorum. Geylere mutlak özgürlük mitingine, kolluk kuvvetleri tarafından tartaklanmaya gittiğini öğreniyorum. "Haki bey bayılır tartaklanmaya" diyor ve ilave ediyor, "Ben yardımcı olayım". Bu başarısız girişimimden sonra, kapımın önünde beslediğim "si ay ey" ajanı aklıma geliyor. Çağırıyorum yanıma, gelirken terliklerimi de getirmesini tembihliyorum. Ajan, embesil adımlarla yanaşıyor yanıma. Eser miktarda yel, bir tutam kakalak iffeti fırlatıyorum önüne, sevince yapıştırılmış korkuyla yemeye ve konuşmaya başlıyor. "Si ay ey" ajanına tekme tokat dalıp, biraz sakinleştikten sonra, kendime de iki adet tokat atıp paranoyadan sıyrılıyorum. Faili meçhul izler beliriyor, çorbanın buharının değdiği yerlerde. Örtülerin altındaki insan siluetlerine benzer şekiller, ateşin kobalt rengine tutunarak gerisin geri düşüyor içine, fa'ile sitemli faili meçhulü karıştırırken çorbama. Çorbam kestane kokuyor, içine kış düşmüş, ben salondayken. Ağzı burnu kan içinde kalmış "si ay ey" ajanını çağırıyorum. Sesleniyorum gelmiyor. Etrafa bakınıyorum, uzun arayışlar sonunda, yatak odamın kadife perdesine asılmış, bana el sallarken buluyorum ajanı. Allah ne verdiyse, sille tokat önüme katıp mutfağa götürüyorum. Yer misin yemez misin tarzı uçan tekmeyle, çorbanın içine atıyorum bunu. Geberiyor. Kış eriyor; an, belleğin çıkmaz sokaklarında kaybolurken, paranoyamın kıçı tavana vururken. Kapı çalınır, sorgusuz dalar içeri bir Roman karısı, apış aramdan. Salonumda fobisi, hobisi olmuş toparlak konuklar barbut atarken, kaşları kıvırcık Roman karısı bohçasını atar ortalarına. Öküzler üşüşür başına, toynaklarıyla açarlar düğümlerini. Çorbam pişmek üzere. Kokusu salondakileri de mest ediyor. İçeriğini bilmedikleri her şey gibi, bunu da yadırgamıyorlar. Karnım gurulduyor, burnumun üzerinde kokularla vals yapıyorum, açlığı hiç tatmamış kursakların önünde. Yaptırımdan döşemelerim üzerinde, salona adımlıyorum, çapraz ateş altında sürünerek. İçerde bir hengame kopmuş, itiş kakış uzuvların eylemi olmuş. Bilirim kafa yapar asma yaprağı. Kıvırcık kaşlı, şalvarlı, Roman karısıdır paylaşamadıkları. Ortamı yumuşatmak için bebeleri emziriyorum. Pantolonumun astarından, elbiseler dikiyorum onlara, büyütüyorum, okutuyorum, askere yolluyorum. Sonra, salonumda daima var olan, benliğimin neon ışıklı sahnesine çıkarıyorum onları, teşhir edip ilgilerini sahneye odaklıyorum kalabalığın. Kavga bitiyor… Gösteri bittiğinde, azmim ve zekâm için alkış beklerken, hayret ünlemleri çınlar kulaklarımda. Hayretlerin ve açık ağızların odaklandığı noktaya çeviririm kafamı. Kıvırcık kaşlı, absürd bakışlı Roman karısı, Madam Bovary oluvermiş, sol elinde arsenik şişesi bize temenna çekiyor. Evrensel el, otlanmış beyinlerin zevzek dillerini ısırtmıştır yine. Hiç bozuntuya vermeden, kuburun deliğine düşmüş 1 YTL'yi almak için uğraş veren takdir edilesi şahsiyeti alkışlarız, şaşırdığımızı sanmasın, kıçı kalkmasın diye Madam Bovary'nin. O ise esmer, dalgacı astarını sıyırıp çıkarmış, mucizeye aç gözlerimize varlığını sokmuş, alıngan yanakları kızarmış, bizim kubur kahramanına yönelttiğimiz anlamsız alkışlarımızı sindirmeye çalışıyor. Bununla da yetinmeyip, kubur kahramanına ilgimizi abartıyoruz, cepheden saygı duruşuyla, alkışlarımızı pekiştiriyoruz. Biz "orospu muydu, azize miydi" diyerek birbirimize girmişken, suç ve ceza mekanizması devreye girer, soğumadan cesedi. Kolluk kuvvetleri dalar içeri, cebren ve hile ile sorguya alır hepimizi. Öküz, insan demeden, sabaha dek, copları üzerimizde sektirirler. Sonunda bizi baştan çıkaran kubur kahramanını iteriz öne. Gömleği bileklerine kadar sıyrılmış, seyrek saçları terden birbirine düşmüş, fosseptik kokulu kahramanımız, suçu kabullenir. İntihara azmettirmekten, suç ve ceza kanunun, Jön Türkler maddesinin, kahve telvesi bendinin, laz fıkrasına göre; "Uyuz olmuş bir bite ısırtılarak uyuz olmasına karar verilmiştir" der, yüce suç ve ceza. Çorbam gelir aklıma, muhtemelen dibi tutmuştur. Orta hararette sinirli tavrımla etrafımdakileri tartaklayarak, kapıya yönelirim. Ben anahtarı sokmadan deliğe, "dev"in sırtındaki Davut açar kapıyı. Zenginlerin en zalimi Golyat'ı, sapan taşıyla yere sermiş Davut, kavminin dağlar ve kuşlardan ibaret olmasına yakınır. Dertleşiriz ayaküstü, kaynayan çorbanın başında. Davut'a, dev ile bir tur atma isteğimi söylerim. Alınır buna, "Beni dev'im için mi sevdin?" der. Sefaletin harında tavlanan çorbam pişti en sonunda. Arılığına ne kadar özensem de, ellerimle kirlettiğim, içine kavgacı oluşları itelediğim, "Her kendi ile kavgalı bunalan kimlik, intihara meyillidir" önermesinden yola çıkarak, öz suyumla homojenize ettiğim çorbamı, dayatmacı ve bir o kadar da yetke mührü elinde olan toparlak konuklarıma tattırma zamanı geldi. İnek sütü ile, ana sütü arasındaki farkı tartışan, şamatacı konuklarıma, asma yapraklarından çanaklarda servis ediyorum çorbamı. Toparlak konuklar ve öküzleri, bayıla bayıla hüpletiyorlar rengi kana çalan çorbamı. Davut ve ben de katılıyoruz onlara. Dev homurdanıyor… Gelecek! Kemer altı çıkıntıların nezle ifrazatı mı? Ayrılıkçı evrenin hurdalığından devşirilmiş dünya, geviş getiren anlakların şalvarlarından sarkıyor. Kim öküz, kim dana? Neredesin eyyy nesil! Ey nesil, nesin sen? Taralalam kle kle trarlelli… |
