[Derleme]"Eylül Akşamı"* | Cengiz Yörük"BİR GÜN ORKESTRA, ESERİNİ ÇALARKEN BU KOCAMAN ADAM AĞLARMIŞ"Sabahtan beri içimde bir sıkıntı, üzüntü. Bir şeyler olacağı belliydi. Buluşmuştuk onunla. Göğe bakıyordum, vapurlara bakıyordum, parke yola bakıyordum… Deniz durgundu, insanlar sessiz sedasız. Ama biz, usuldan usuldan atışıyorduk. Atışmamız bitti. Artık ayrılmıştık. Yürüdüm. Ters yöne doğru o da yürüdü. “Dur gitme” diyecektim. O da diyecekti. Ağlaşıp kucaklaşarak barışacaktık. Başka türlü olamazdı, bunu ikimiz de istiyorduk. Hiçbir şey olmadı, iki yıldır süregelen, ömrümüzü kaplayıp çocuklarımıza, bütün soylara uzanacak olan aşk sona mı eriyordu? Derbederim, serseriyim, şehrin en bilinen caddesindeyim şimdi. Uzaktan gürültüler geliyor, göz alabildiğine kalabalık. Tramvaylar, otobüsler, taksiler yürümüyor. Her yer insanla tıkalı. Bütün şehir halkı burada mı? O nerede? Kaybolmasın, ezilmesin. Sıtmalanır gibi titriyorum. Polis düdüklerinin sesi geliyor, jandarmalar koşuşuyor. Akşam olmuş. Kırmızı, yeşil, mavi, sarı, flüoresan lâmbaların ışığı parlıyor. Bir tanesi söndü. Sönmedi. Parçalandı. Tabanca, gibi korkunç bir ses çıkardı hem. Kalabalık belki on bin kişiden de fazla. Yalnız cadde değil, sokaklar da tıkanmış. Kazma, kürek, bıçak, taş, dükkânlar parçalanıyor. Cam sesleri. Kepenkler yırtılıyor… Kalabalığın ortasındayım, seslerin hiçbirisini anlayamıyorum. Göğe kadar yükseliyor, dünyanın her yanına yayılıyor. Ağlayanlar var, gülenler var, nâra atanlar var.. Balık seleleri param parça. Kimbilir kimler ördü onları, hangi çingeneler? İstavritler, uskumrular, levrekler. palamutlar, karidesler üzerinden yürüyorum. Balıklar ezilirken bir tuhaf, nedense ses vermiyor. Karidesler “çıtır çıtır” eziliyor. Koyun etleri, sığır etleri param parça, böbrekler ciğerler ortalıkta. Arada bir, yerlerde sürünen etiketler görüyorum. Bütün çengeller boş. Vitrinler indirilmiş, koca koca kasap dolapları, yan gelmiş, ekovatları parçalanmış.. Şu bir koyun bacağı. Yarım saat önce çengelde sallanıyordu. Şimdi ayaklar altında. İki gün önce ise, yaşıyan bir koyundu… Erzurum'dan mı, Erzincan'dan mı getirdiler seni kirnbilir? Gemilerde aç kaldın. Bu şehre varmaya yakın, bazı adamlar; okka tutasın, para kazanalım diye neler etmediler sana, tuzlu sular mı içirmediler? Şimdi insanoğlunun midesine bile lâyık görülmüyorsun. Kumaşlar üzerinden yürüyorum, parçalanmış, didik didik edilmiş kürklere basıyorum. Kumaşların yırtılışını, aptal aptal, boş gözlerle seyrediyorum. Seyretmesem olmaz mı? Olmuyor. Merdivenlerden bir şevler yuvarlanıvor, masalar uçuyor, damacanalar, fıçılar parçalanıyor. Fıçılardan sarı sarı, siyah siyah sular fışkırıyor. Şarap kokusu burnumun direğini kırıyor… Şarap üzümden yapılır, memleketimin üzümünden. Ben üzümün nasıl yetiştiğini, şarabın nasıl yapıldığını bilirim. Kimi iştah için, kimi keyf olmak için içer şarabı. Fıçıları da bilirim ben. Camdır, gürgendir, kayındır kimisi. Onları yapan işçiler, bıçkılar vardır. Onları da bilirim. Hepsini de bilirim ama, neden parçalandıklarını bilemem. Şu siyah ayakkabıyı çok severdim. Daha dün vitrinde görmüş, nişanlıma almak istemiştim. Ne çare, kesem elvermemisti. Ökçesi fırlamış, burnu ezilmiş. Şu pazenler, basmalar, pamuktan yapılır. Pamuk denen şey, önce tohumdur. Toprağa serpilir. Toprak onu bir zaman içine gömer, insanlardan kıskanır, insanlar allem eder kallem eder, toprağı capalarlar, onu elde edebilmek için yorulurlar. Bu yüzden sıtmalanıp ölenler çoktur. Tohum, bu emeğe, inada, savaşa karsı koyamaz. Önce yeşil yeşil boy atar, fidan olur. Sonra da: “Al işte yüzümün akını.” der, insanoğluna teslim olur. İnsanoğlu onunla karnını doyurur. Kimi sırtını ısıtır. Kimi döşek, yorgan, kimi kefen yapar. Kimi onunla ilgilenmez, “Çok adi şey, yaramaz bana.” der. Yanımda üç beş ikisi vardı. Bir kumaş topunu çiğneyip, bıçakla parçalıyorlardı. Kaçtım oradan. Az önüme bir şey daha yuvarlandı. Baktım bir çamaşır makinesi. Neler neler hatırlamadım. Gülenler var. Bir şarap deposu yerle bir olmuş. İçerisi mağara gibi karanlık. Karanlıktan bir adam çıktı. Ağlıyor, yaprak gibi sallanıyor. Ağzını musluğa mı dayamış bilmem, üstü başı ıslak, şarap kokuyor. Bir şarkı tutturmuş, kelimeler ağzında kayıyor, ufalıyor. O şimdi nerede? Bunları gördü mü? Görmemeli o, bilmemeli. O, dünyanın, tertemiz, kinsiz, hasetsiz insanlarla dolu olduğuna inanıyor. O, herkesi kendisi gibi biliyor. “Hangi sistem, hangi düzen olursa olsun, ne çıkar? Başta gelen insanların iyi olmasıdır.” der. Ama bak olmuyor işte, insanlar kendiliklerinden düzelmiyorlar. Şu adamın gözleri dönmüş, ulur gibi ses çıkarıyor. Bir şeylere tekme atıyor, ama ne olduğunu seçemiyorum. Ya şu çocuk yalınayak niye dolaşıyor ayaklar altında?.. Elinde, zembereği dışarıya fırlamış, iskeleti çıkmış, parçalanmış bir oyuncak. Gözleri kara kara veletin. Ona ilişen yok. O keyifli keyifli sırıtıyor. Eline bir fırsat geçse daha neler neler yapacak! Ondan başka bir yığın çocukların da ellerinde bir şeyler var. Et ete binmiş, yürümek güç. İnsanların çehreleri korkunç. Yer yer, kumaş yığınları var. Hele kürk yığınları… Üzerinden yürürlerken adamların göğüsleri kabarıyor, gururlanıyorlar sanki. Eski bir kral, padişah gücünü duyuyorlar. Küçük bir dükkânın önüne üç beş yüz kişi yığılmış. Nedense bağıran çağıran az. Herkes fısıltılı. “Geçelim bunu, geçelim. Çoğumuzun tanıdığı bir adam, vazgeçelim, bu kalsın. Seni bağışlıyoruz.” diyorlar. Sonra kendi dükkânına attığı bir tekme ile işe girişiyor, kimseyi dinlemiyor, görmüyor. Engel olmak isteyenleri itiyor. Ne var ne yoksa içerde, parçalamaya, ezmeye başlıyor. Kalabalık ondan uzaklaşıyor. Bu ne biçim iş? Ben iyiden iyiye aptallaştım. Ne oluyorum? Adam kendi dükkânını indiriyor, olur mu bu? Şu koskocaman kilise de harabeye çevrilmiş. Beş altı yüz kişinin işlerini tamamlayıp, oradan başka yerlere yürüdüklerini görüyorum. Şimdi içerisi sessiz, karanlık. İçerde son kalan bir adam var. Elinde şamdan, İsa Meryem, daha bir sürü, kanatlı manatlı resimlere büyük bir ilgiyle bakıyor, ürküyorum, “Bu ne biçim iş?” diye mırıldanıyorum yine. Bir dükkânın önündeyim. Tabelası yere serilmiş, çiğnenmiş. Bir hafta önce zeytinyağı almıştım, sabun almıştım buradan. Şimdi tenekeler parçalanmış, dükkânın önü küçük bir göl olmuş. Bazı tenekeler şişlerle delinmiş, bıçakla dürtülmüş, çeşme gibi akıyor. “Dağlarından yağ, ovalarından bal akan memleketimiz.” diye düşünüyorum. Ben zeytinyağını bilirim. Az asitlisi, çok asitlisi vardır. Ondan geçtim, daha önemlisi zeytin ağacını bilirim ben. Toprağın nasıl bellendiğini, ağacın nasıl budandığını, zeytinlerin nasıl toplandığını, eşeklere, develere, arabalara yüklenip, fabrikalara, yağhanelere nasıl taşındığını bilirim. Evlerde ayakla sıkılır. Fabrikada bu işi makine yapar. Ben kara somunu zeytinyağına banıp, “Eh, bugün de doyduk, çok şükür.” diyen insanlar bilirim.. Zeytin ağacı iki yılda bir iyi verim yapar, bunu da bilirim. O nerede şimdi? Şu kalabalıktan sıyrılıp evine dönmüş olsa. O bunları duyunca korkacak, ağlayacak. “İnsanları dost etmek, dürüst etmek, kardeş etmek, adam etmek için, bir iğne, ilâç keşfedilmeli.” diye bir sürü olur olmaz şeyler düşünecek. Sonra benim dönmemi bekleyecek. Pencere önünden ayrılmayacak hiç. Ta köşedeki sokak lâmbasının ışığı altında beliren her adamı ben sanarak heyecanlanacak. Şimdi ona döneceğim. Ağlaşıp kucaklaşacağız, utanacağız birbirimizden. “Bizim çocuklarımız olmalı.” diyeceğiz, “Onlar cümleye örnek olmalı, böyle yapmamalılar.” “Bu vakte kadar aldanmışım sevgilim.” diyecek o. Ya şu havada uçuşup kaldırıma, caddeye düşen plâklar. Sen belki Beethoven'sin. Sen belki Wagner, sen belki Çaykovski, sen belki Mozart.. Beethoven, Dokuzuncu Senfoni'sinde bütün insanlar adına haykırmış, bütün insanların sesini, elemini, ıstırabını vermiş. Bir gün orkestra, eserini çalarken bu kocaman adam ağlamış. Herhalde bugün için, şimdi için ağlamış olacak. Marconi, hele sen hiç tasa etme. Sabah radyosunda, bu işin çirkinliğini, bütün insanlara, dünyaya haykırabilirsin. Biz sana muhtacız. Bütün bu insanlar yok mu, bu insanlar; yarın senden gelecek türküleri, haberleri dinleyebilmek için önünde taş kesilecekler. Binlerce elektrik ampulü parçalanmış. Ayaklar altında ezildikçe eziliyor. Artık eve dönmeliyim. Bu düş mü ne, anlayamıyorum? Yarın hastalanacağım. ~~~ Cengiz Yörük, (Aydın, 1928-2008) Öykücü. Milli Mücadele'nin tanınan isimlerinden Yörük Ali Efe'nin oğlu, İzmir İnönü (Namık Kemal) Lisesi'ni bitirdi. Bir süre Aydın'da ticaretle uğraştıktan sonra İstanbul'a yerleşerek kurduğu bir reklam şirketinin yöneticiliğini yaptı.
|

