[Öykü]"İhaneti Gördüm" | Necati Güngör"ARTIK ŞEYTANIN ELİNDEYİM"Okulların tatil olduğu yaz aylarında çok sıkılırdım; çünkü yalnız kalırdım… Babamla annem erken saatlerde çıkıp giderlerdi evden: Babam daha da erken giderdi, sabah ezanından önce. Gezgin satıcılık ediyordu; bisiklet tekerlekli arabasını iterek evden çıkar, halden sebze meyve alır, bütün gün mahalleleri dolaşarak bunları satmaya çalışır, ikindi vakitlerinde de gelip Çarşı Camii'nin önünde yer tutardı. İkindi vaktinden sonra belediye zabıtaları gezgin satıcılara karışmazdı artık… Annemse, akraba gibi benimsediği bir eczacının çocuklarına dadılık ediyordu. Babam, karlı kış günlerinde işe çıkmazdı; ama annem, yaz kış demeden Eczacı Ethem Bey'in evine gitmek durumundaydı. Ethem Bey'in karısı da eczacıydı; çocuklarını anneme bıraktıkları için gönül rahatlığıyla eczaneye gidiyorlarmış. Annem anlatırdı bunları. Eczacının çocuklarını seviyordu annem. Hatta, benimle yaşıt kızlarını da emzirmişti. Bu emzirmeden ötürü onların kızıyla ben, kardeş olmuşuz. Onu hiç görmemiştim ama, böyle bir kız kardeşimin olması, içten içe mutlu ediyordu beni. Annemle birlikte eczacıların evine gitmeyi, kardeşimi görebilmeyi çok istiyordum; gelgelelim annem beni yanında götürmezdi hiç. Onun yerine, komşu kadınlardan benimle ilgilenmelerini, göz kulak olmalarını isterdi. Gerçekten ilgilenirdi komşu kadınlar benimle; her zaman yiyecek bir şeyler tutuştururlardı elime; ama onlar büyüktü, oyun oynayamazdık ki… Yanlarında oturmaktan sıkılır, ilk fırsatta kendimi dışarılara atardım. Bütün gün evde, sokakta, bahçede kendi kendime oyalanıyor, çevredeki hayvancıklarla arkadaşlık ediyor, onların resimlerini yapıyordum. Bir gün bir hevese kapıldım: Öteki çocuklar gibi ben de hocaya gitmek istedim. Her gün, başlarını işlemeli yazmalarla örten kızlar, elifba'sını, amme cüzü'nü boynundan geçirdiği nakışlı torba içinde taşıyan oğlanlar güle oynaya hocaya gidiyor, sonra yine öyle, okuldan gelir gibi evlerine dönüyorlardı. Nedense, onca çocuğun bir eğlence yerine gider gibi koşturduğu hoca, benim gönlümde de ilgi ateşi tutuşturmuştu. Anneme söyledim hocaya gitmek istediğimi. Annem hiç ikirciklenmeden destekledi bu hevesimi. “İyi olur ya…” dedi. “Orda burda dolaşıp duracağına, git de dinimizi öğren. Hiç değilse yarın arkamızdan bir dua okursun… Babana söyleyelim de sana bir elifba alsın bari. Aferin benim oğluma, aklınla bin yaşa!” Bütün gün sokaklarda, ekmeğimizi kazanmak uğruna taban tepip yorulan babam, annemin verdiği bu beklenmedik haber karşısında önce şaşırmıştı sanırım: Hocaya, komşu çocuklardan birinin kılavuzluğunda, annemle birlikte gittik… Pencereleri avluya bakan üç katlı evin hemen sağındaki girişte çok geniş bir oda yer alıyordu. Buraya “divanhane” denildiğini yine sonradan öğrenecektim. Odanın girişindeki tahtadan yapılma raflara ayakkabılar dizilmişti. İçeride değişik yaşlarda kızlı oğlanlı bir çocuk kalabalığı vardı. Kızların başlarında, uçları işlemeli ak tülbentler örtülü; oğlanlarınsa kiminin başında takke takılı, kimin başı açıktı. Divanhanenin en ucunda, üzeri nakışlı bir halıyla örtülü, duvara dayalı yastıklarla döşeli, ayakucunda da genişçe bir kilim uzanan ve daha çok bir saltanat makamını andıran divan yer alıyordu. Hoca'nın makamına ulaşabilmek için yerde dizüstü oturmuş, önlerindeki alifbaların, amme cüzlerinin üzerine eğilmiş, oldukları yerde hafifçe sallanarak dersine çalışan çocukların arasından yürüdük. Bize kılavuzluk eden komşumuzun oğlu önde, onun arkasında annem, ben de -adeta kendimi gizlemeye çalışarak-annemin ardındaydım. Komşumuzun oğlu, Hoca'nın yanına varınca elini öpüp bir adım geriye çekilerek benden söz etti. İki gün önceden gelmemize izin veren Hoca, kaykılarak oturduğu divan üzerinde, usulca toparlanır gibi yaptı. Annemin yüzüne bakmadan bir iki şey sordu, onun saygılı ve kısa yanıtlarından sonra elini bana doğru uzattı. Ben akıl edemediğim için, annem hemen atılıp uyardı: Sonra anneme döndü Hoca: “Tamam bacım, sen gidebilirsin. Yılmaz bizim evladımız bundan böyle…” dedi. Sonra sözlerine bir ek yaptı: “Ha, Yılmaz evladımıza bir de minder ver, evden. Burada herkes kendi minderinde oturur. Şöyle küçük bir şey olsa yeter. Malum, herkesin altına minder verecek halimiz yok bizim!” Annem çıkıp gitti. O gittikten sonra Hoca, divanın hemen ayakucunda oturan ve önündeki rahlede açılmış Kuran'ı okumakta olan kıza seslendi. Beni göstererek, “Nurgül, al kızım,” dedi. “Yılmaz'ın kalfası sensin! Ona dersini göster, sonra da okut, dinle. Ama bugün ilk günü, senin yanında oturup dinlemeyi öğrensin…” O, “Burada herkes kendi dersini çalışıyor. Kimse kimseyle ilgilenmez. Hoca, kalfaların dersini dinler yalnızca. Kalfalar da ötekilerin dersini… Şimdilik bunları öğren yeter,” diye sürdürdü. Bunları söylerken parmağının ucuyla çenemi kaldırıp yüzüme baktı, sonra elini başıma kaydırarak saçlarımı okşadı belli belirsiz. Onun bu abla sevecenliği, küçük dokunuşları, içimi büsbütün rahatlatmıştı. Ağzım kulaklarıma doğru yayıldı, daha ilk dakikalarda gevşedim. Biraz sonra Hoca oturduğu divandan inip kapıya yöneldi. Odadaki bütün çocuklar ayağa kalktı. Ne olduğunu pek anlayamamış, dizüstü oturduğum yerden bakınıyordum ki, Nurgül omzumdan tutup kaldırdı beni. Hoca kapıdan çıktı, içerideki derin sessizlik patlar gibi, önce mırıltıya, hemen ardından da gürültüye dönüştü. Divanhanenin kapısı yeniden açıldı, Hoca'nın başı göründü. Gürültü bıçakla kesilir gibi kesildi o anda! Yüzünü kaplayan öfkeyi sesine de yansıtarak: “Bismillah!” diye gürledi. “…kapıdan henüz çıktım. Hemen gemi azıya aldınız. Terbiyenize maşallah yahu!” O günden sonra Nurgül'ün dizinin dibinden ayrılmadım. Arap harflerini, hecelemeyi, sözcükleri, duaları… İslam'ın ve imanın koşullarını, aptes almayı, namaz kılmayı, vakit namazlarının rekatlarını, namaz çeşitlerini, namazda okunacak duaları… Hoca bazı günler durumumla ilgili sorular soruyor Nurgül'e, o da zihnimin açık olduğunu, her söyleneni anladığımı belirtiyor; sonra bana, her an “imtihana” çekilebileceğimi anımsatarak geçip gidiyordu. Hoca, en fazla öğlene kadar başımızda bulunuyor, çoğu kez daha da erken kalkıp, bizleri kalfalara havale ederek üst kattaki musiki odasına çekiliyordu. Bazen kalfalardan birini çağırıp Kuran okuyuşunu denetliyordu, o kadar… Kalfalar, özellikle de Nurgül büyük bir saygıyla söz ediyorlardı Hoca'dan. Kimi evinden yemek taşıyordu Hoca'ya; kimi üst kata çıkıp yemeğini kotarıyordu. En çok yukarı çıkan da Nurgül'dü. Öğlen vakti mutlaka, “Hocam açlıktan ölmüştür şimdi!” diyerek telaşla merdivene doğru koşuyordu. Üst kata çıkan merdivenin eşiğiyle divanhanenin kapısı karşılıklı bakışıyordu. Merdivenlere adım atmak kesinlikle yasaktı. Oraya yalnızca Hoca'nın hizmetini gören kalfa kızlar çıkabilirdi. Çünkü Hoca yukarda musiki çalışıyor, besteler yapıyormuş, bu nedenle rahatsız edilmek istemiyormuş. Kimi günler gerçekten ut ezgileri üst kattan taşarak kulaklarımıza kadar ulaşır, herkes büyülenmiş gibi hayranlıkla dinlerdi. Kimi günlerde de Hoca uduna sesiyle eşlik eder, ilahiyle şarkı arası bir şeyler okurdu. O yaşıma kadar hiç ut görmemiştim ve dayanılmaz bir istek duyuyorum bu aleti görmek için! Bir anda insanı sarıp sarmalayan, alıp masal âlemine sürükleyen o tok sesi neresinden çıkıyordu acaba bu aletin? Bir defasında Nurgül'e sordum udun neye benzediğini? Güldü. “Hani” dedi, “göbekli insanlar vardır ya… İşte öyle, şiş karınlı bir şey! Şiş karınlı ve cüce…” Nurgül'ün, utla ilgili, böyle çirkin birinden söz eder gibi konuşması, büsbütün merakımı kamçılıyordu. Bir kez görsem, bir daha unutmamak için resmini yapardım hemen. Anlattığına göre, üst katta üç tane udu vardı Hoca'nın. Duvarda asılı duruyorlardı. Canı hangisini çekerse, onu indirip çalıyordu Hoca. O musiki çalışırken, kedi gibi sessiz olunmasını istiyordu yanındakilerden. Odasına çay, kahve bile götürmeye korkuyormuş Nurgül. Hep ayak parmaklarının ucuna basarak yürümek zorunda kalıyormuş. Yemeğini pişiriyor, kahvesini yapıyor, sonra da bulaşıkları yıkıyormuş… Zaman kalırsa biraz toz alıyormuş. Hoca çok titizmiş; hiçbir şeyin üzerine toz görmek istemezmiş. Hoca'nın duvarda asılı utlarını görebilmeyi çok istememe karşın, üst katın merdivenlerine adım atacak yürekliliği kendimde bulamıyordum doğrusu. Zaten gözümü karartıp merdivenleri çıksam bile, kapı kilitliydi. Anahtarın biri Hoca'da, biri de Nurgül'ün cebindeydi. Öteki kalfa kızlar bile Nurgül'den alıyorlardı anahtarı, üst kata çıkacakları zaman. Kaç yaşındaydı Nurgül, bilemiyorum ama, benden çok büyüktü kuşkusuz. Onun koruyucu gölgesinde olmak güven veriyordu bana. Öteki kalfalar pek ilgilenmiyordu derslerimle; bu da işime geliyordu. Ezberimi iyi yapamadığım, Arapça sözcükleri kekeleyerek okuduğum zamanlarda bile Nurgül azarlamıyordu beni. “Gene dalga geçtin, hı? Söyle bakalım aklın nerelerdeydi? Gözün kitaba bakıyor, ama aklın şeytanlıkta, öyle mi Yılmaz Efe?” O bunları derken, elimde olmaksızın gülüyordum. “Çok mu hoşuna gitti Yılmaz Efe?” diye alay ediyor, bu kez karşılıklı gülüşüyorduk. Ne kadar güzel dişleri vardı! Pembe dudakları aralanınca, bir dizi inci ışıldıyordu sanki ağzının içinde. Sözde kulağımı çeker gibi yapıyor, kulak mememe dokunuyor, boynumu, başımı okşuyordu. “Kara böcek seni! Hem ezberini çalışmamış, hem de gülüyor!” O kadar yakın oturuyorduk ki, kimileyin bacaklarımız birbirine değiyor, içimde bir şeylerin kıpırdandığını duyumsuyordum. Bir keresinde beni evlerine de götürmüştü Nurgül. Mahalle arkadaşımla, anneme haber iletti: “Yılmaz'ı, Nurgül Kalfası götürdü dersin, merak etmesinler. Evde yalnızmış, yanında arkadaş olarak götürdü de, tamam mı?” Gerçekten evlerinde kimse yoktu o gece. Annesi, babası, bir de erkek kardeşi, akraba düğününe gitmişler bir iki günlüğüne. Evde yalnız kalmaya alışkınmış ama, sonra nedense korkmuş, beni yanına almayı akıl etmiş… Yol boyunca elimi avucunun içinde tutarak yan yana yürüdük. Eve geldiğimizde ilk iş, kılıfıyla birlikte Kuran'ı öpüp duvardaki çiviye astı. Benim boynumdaki elifba'yı da alıp yüksekçe bir yere koydu. Ben ilk kez bir yabancı evde yatıya kalacaktım. Ama ev sahibesine o kadar yakınlık duyuyordum ki, ilk kez geldiğim bu evin hiçbir şeyini yadırgamamıştım. Belki biraz da bizimki gibi yoksul bir ev olmasından ötürüydü yadırgamayışım, kim bilir… Babası çarşıda hamallık ediyormuş. Yazın işleri iyiymiş ama, kışın çoğu gününü evde oturarak geçiriyormuş. Bunları bana anlatırken bir yandan da dünden kalan pilavı ısıtıyordu tavada. Eve geldiğimizde başına bağladığı tülbendi çıkarıp saçlarını omuzlarına bırakmıştı. Yanaklarını örten kara saçları, teninin aklığını, dişlerinin ışıltını daha da belirginleştirmişti. Yer sofrasında yan yana oturduk; bacaklarımız birbirine değiyordu. Yine içimde tuhaf duygular kıpırdanmaya başlamıştı. Okulda da hoşlandığım kızlar, hatta bayan öğretmenler olurdu; onları uzaktan uzağa izlerdim. Ama bir kadın teninin ürpertici dokunuşlarını ilk Nurgül'le yaşıyordum. Bana erkek olduğumu anımsatmak amacı mı taşıyordu bu sürtünmeler, bu dokunuşlar? Yoksa ben mi böyle bir anlam yüklüyordum onun yakınlıklarına? Bilemiyorum. Ama rahat ve içten olduğu kesindi. Üstelik rahatlığını ve içtenliğini karşısındakine de bulaştırıyordu hemen. Onunla beraberken hiç kimse, soğuk ve içekapanık davranamazdı gibime geliyor. Yemekten sonra yine elimden tutup pencerenin önündeki kerevete çıkardı beni. Kerevette yan yana oturduk. Yüzümüz cama dönüktü. Koluyla omzuma sarıldı. Bu sarılışta beni ürperten bir şeyler vardı; göğüslerinin yumuşaklığını sırtımda hissediyordum! Ne pamukta, ne yapağıda, hiçbir şeyde bulunmayan bir yumuşaklıktı bu! “Birazdan hava iyice kararır, yıldızlar çıkar” dedi. “Işığı yakmadan oturalım böyle. Yıldızları seyredelim seninle, olur mu? Ay da çıkar belki. Geceyi aydınlatır.” Yıldızlar, ay ışığı, hiçbiri umurumda değildi. Dişi bir varlığın bedenime sarılışı, ondan geçen sıcaklık, başımı döndürmeye yetiyordu! O yarı esrik hava içinde ordan buradan konuşurken, söz dönüp dolaştı Hoca'ya geldi. Hoca'yı anımsayınca, onun duvarda asılı duran, dokununca büyülü sesler çıkaran utları düştü aklıma yine. O aletleri görmek, onlara dokunarak iniltili ezgiler çıkarmak öteden beri içimde taşıdığım bir özlemdi. Nedense, bu tutkulu özlemimin gerçekleşmek üzere olduğu duygusuna kapılmıştım. Dışarıda akşamın koyu maviliği giderek kararıyor, önünde oturduğumuz pencerenin camına yapışıyordu. İçerinin aydınlığı da ortadan kalkmış, her şey birer koyu gölge biçimine dönüşmekteydi. Sabahları kahvaltıdan sonra aşağı inip birkaç saat yanımızda duran Hoca'yı -elimdeki elifba'yı okur gibi yaparak- hep göz ucuyla izliyordum. Yüzü her zaman donuk, kaşları çatıktı. Az konuşurdu. Konuştuğu zamanlarda da, birilerini azarlıyor olurdu genellikle. Bazen oturduğu yerde gözlerini yumup birtakım ezgiler mırıldanırdı kendi kendine. O anda herkes kulak kesilirdi. Sesinin güzelliğinden ötürü sürekli mevlitlere çağrıldığı, ama onun öyle her çağrılan yere gitmediği, bir söylence gibi anlatılıyordu kalfa kızlar arasında. Hoca'nın yaşamına ilişkin böylesine küçük bazı bilgilere sahip olmak kalfa kızlara özgü bir ayrıcalıktı. Onlar bir anlamda Hoca'mızın sırdaşlarıydı. Bu özellikleri, onların kıdeminden ileri geliyor sanırdım... Böyle dakikalarca alıp verdim kendi kendime. Sonra işte, merak denilen o şeytan elimden tutarak, oturduğum yerden kaldırdı beni. Kapı önüne çıktık içimdeki şeytanla birlikte. Doğruca merdivenlere yönlendirdi adımlarımı. Eşikte biraz durup direnmeye çalıştım şeytana. Boyuna itiyordu beni. Bir basamak, iki basamak. Soluğumu tutuyordum. Geriye dönmek için şeytanla didişiyorum… O daha güçlüydü ve bütün bedenimi yukarı doğru itiyordu sanki. Merdivenin ortasında durup geriye bakıyorum. Sonra bir hafiflik duygusuyla yeniden tırmanıyorum basamaklardan. Üst katın kapısındaydım artık. Hızlanan soluğum, çarpan yüreğim… Kapının üst yanı cam. İçerisi aydınlık. Belli ki bir yerlerden bolca ışık alıyor. Camdan içeriye kaçamak bakışlar atıyorum. Her an suçüstü yakalanma korkusu yüreğimi avuçlarının içine almış sıkıyor! Gürültü olmasın diye soluğumu bırakamıyorum bir türlü. Şeytan dürtüyor bir yandan: “İçeri bak, içeri bak!” Gözlerimi duvarda gezdiriyorum. İlk gördüğüm şey, Arap harfleriyle yazılmış bir tablo. Harflerin her biri bir resim güzelliğinde. Onun yanında bir küçük tablo daha. Sonra kenarları nakışlarla süslenmiş bir ayna. Artık şeytanın elindeyim. İçimde, kendi kendime büyüttüğüm korkuyu şeytan emiyor sanki bir uçtan. Kapının camından gördüklerim yetmiyor bana. Başımı dayayıp içerisini tek tek gözden geçiriyorum: Evet, işte orda asılı duruyor ut denilen aletler! Üç tane, yan yana. Boy sırasına göre dizilmişler. Şişkin karınları pırıl pırıl. Sap bölümü bir eli andırıyor. Onlara dokunabilmek için yanıp tutuşuyorum o an! Ama bir adım daha atıp içeri giremiyorum. İçimdeki şeytan bile bana bunu yaptıramıyor. Daha iyi görebilmek için sağ yana çekiliyorum. İçerisi tabak gibi görünüyor bu açıdan! Duvarda asılı utların altında bir divan… Hayır! İki yana açılmış, ince, ak tenli bacaklar. Etek, sonuna kadar sıyrılmış. Hayır! Hoca, bacakların arasında yüzüstü durumda, tuhaf bir devinim içinde. Hayır, hayır! Hoca'nın kıçında don yok! Butları kapkara kıllarla kaplı. Durmadan gidip geliyor. Bir oyun olmalı. Ama nasıl bir oyun? Nurgül, o, güzelliğine tutulduğum kız… Hayır, o değil, o olmasın… Başı arkaya kaymış, gözleri kapalı. Birden kirpiklerini aralayıp kaldırıyor başını. Nurgül! Yattığı yerden bakıyor gözleri irileşerek. Bakışıyoruz. Aramızda kapı camı. Yüzü allak bullak oluyor birden! Kıpırdanıyor, yüzünü kaçırıyor, üzerinde devinen et kütlesini kaldırmak istiyor. Öteki kendi işine dalmış. Gözlerimin yandığını hissettim birden. Yüzümü, alnımı ter basmış, gözlerimin içine kadar sızıyor... Kolumun yeniyle yüzümü sildim. Nereye gideceğimi bilmeden yürüdüm öyle, cadde boyunca. Sonra ıssız bir sokağa saptım.
|

