[Deneme]"Kalanlar’da Varoluşun İzleri" | Tuğçe Ayteş "VARIM, ÖYLEYSE DÜŞÜNÜYORUM"Gri, ölüm, yalnızlık, yorgunluk… İnsanın sınırsız özgürlüğüTezer Özlü'nün metinlerindeki varoluşçuluk, Sartre'ın Bulantı'sında Raquentin'in deneyimlediği gibi çıkıyor karşımıza. (Kitapta Tezer Özlü'nün etkilendiği yazarların arasında Sartre'ın adı geçmez. Ama Tezer Özlü'nün Sartre'ı eleştirdiği bir kaynağa da rastlamadım.) Felsefi anlamda Sartre'ın varoluşçuluğunun üstünden çok sular akmış olsa da bu tip varoluşçuluk edebiyatta hâlâ yer bulur, bu akım zaten yaşamın da tam içindedir.İnsan eylemlerinden, nesneler de özelliklerinden ayrıldığında ortada saf bir varoluş kalır. Kalmak kelimesi yanlış yönlendirmesin, çünkü deneyimlenen hiçliktir aslında. İnsanın amaçları yoktur, evrende süreklilik yoktur, aslolan sadece varoluştur. İnsanın hiçliği deneyimlemesi, hem herkes, her şey hem de hiçbir şey olması, insanın sınırsız özgürlüğü tabii ki cesaret isteyen bir konum, ağır bir yüktür. Tezer Özlü, her türlü baskıya ve faşizme karşı çıkma, insanların acılarını kendinde hissetme yükünün yanı sıra bu yükü de sonuna kadar taşır. “Çağrı” başlıklı metinde karakter, akıllılıkla delilik arasında gidip gelirken ve intihar etmeyi arzularken benliğin yitimi ve diğer Benlerle birleşmenin eşiğindedir. “Kokan koridorlar SEN ve Benlerle dolu.” (s.16) Bu kişi, kendi varoluşunu duyumsamaya yaklaştığında nesneler de onlara atfedilen hacim, kütle gibi özellikleri kaybederler, bir yandan da bir bütün olarak algıladığımız gerçeklik parçalanmaya başlar. “İşte gene başım büyümeye başladı. Şimdi. Ellerim. Ayaklarım. Parmağım. Tüm etim büyüyecekler. [Kasıtlı bir özne-yüklem uyumsuzluğu bu bağlamda oldukça anlamlı.] Gücüm olsa elimi kaldırır, kendimin her yanı nasıl bürüdüğüne bakarım.” (s. 17) Sonlara doğru bu hem parçalanma hem birleşme olarak iyice karmaşık bir hal alıyor. “Ben gene iki BENLER oluyorlar bir BEN kaldırımda durmuş, yüksek yapıya bakıyor. İkinci ben tepeden ölümlere uçuyor. Diğer benler nerelerde? Bilemiyorum. Tüm benlerimi toplayıp uçmak.” (s. 18) Deneyimlenen şey, çok tuhaf ve çok da zor. Ayrıca kişiyi diğer insanlardan doğrudan farklı bir konuma yerleştiriyor ve dış dünyayı ait olunmayan bir yer haline getiriyor. “Sarı ve Puslu” adlı metinde, varoluşçuluğu “Çağrı”dakinden daha da doğrudan sözcüklerde keşfediyoruz: Bu duruş, depresif ve bireysel olarak algılanabilir. Depresif olmak konusunda nihilizm bir adım öndedir. Varoluşçuluk, varoluşu ve bununla birlikte insanın özgürlüğünü kabul eder. Varoluşçulukla kardeş sayılabilecek ama her kardeş gibi farklı yönler barındıran nihilizmse ne özgürlük ne de varoluşu kabul eder. İnsanın yaşaması için neden kalmaz ve bu yüzden nihilizm genelde intiharı da getirir beraberinde. Tezer Özlü'nün intiharı arzular hale gelmesi, yaşamının ilerleyen yıllarında varoluşçuluktan ziyade nihilizme meyletmesine bağlanabilir. Varoluşçuluk ile nihilizmin karşılaştırmasını eğlenceli olarak anlatabilen “I Love Huckabees” adında değişik bir komedi filmi ve “Waking Life” adında bir animasyon filmi var, izlemek isteyenler için. Bireyselliğe gelince, varoluşçuluk bütün ayrımları yok saydığı için ve Tezer Özlü'nün günlüklerinde bahsettiği üzere anne babasını dahi yabancı addeden kişi kendisini herkes ve her şey olarak algıladığı için, aslında rahatlıkla hümanist bir bakış açısını da beraberinde getirebilir. En azından Tezer Özlü'de, bunun izlerine rastlanıyor. Kitaptaki “Arnavutköy” metninde memleket özlemini anlatılırken satır aralarında bunun ipuçlarını yakalamak mümkün. “Yuvarlak tepenin gerisi bir dünya işte. İster bizim kentimiz, ister dünyanın herhangi bir kenti olsun! Burası da içeriyor her şeyi. Doğanları. Ölenleri. Öldürülenleri. Yaşam kavgası verenleri.” (s. 24) “Ve bana ölümsüzlerin sonsuz acıları kaldı”Yalnız bu noktada varoluşçulukla ilgili bir soru yükselir. Sadece varoluş var, sınırlar yok, özgürlük var. Sınırsız bir özgürlük kullanırsak hümanizm bir yana, insanların her şeyi yapmak uğruna birbirlerini telef etmeyeceklerinden nasıl emin olabiliriz? Sartre buna “Varoluşçuluk Hümanizmdir” adlı bir makalesinde yanıt verir: Her bir kişi bütünden sorumludur ve birinin özgürlüğünün başladığı yerde diğerininki biter. Kaşıkla verip kepçeyle almakla eleştirilir Sartre. Ama kendisinin ateist varoluşçuluğunda her şeyi kollayıp gözetecek bir tanrı bulunmadığından insanların sınırsız özgürlüğünden doğacak olası kaosu engellemek için her bir bireyin kendi özgürlüğünden böyle bir feragatte bulunmak durumda olduğunu savunur.Tezer Özlü de Kalanlar'da dünyanın geri kalanı (en azından ayrılmak durumunda kaldığı Türkiye) için Sartre'ın bahsettiği gibi bir sorumluluk hisseder. Dünyanın tüm acısını kendi üzerinde hissettiğinden de sık sık bahseder (ki bu yıllarca telafisi olmayacak bir yorgunluk hissini de beraberinde getirir). “… Ve bana ölümsüzlerin sonsuz acıları kaldı.” (arka kapak) “Aşk acısı çekmedim hiç, çünkü dünyanın verdiği acı her zaman güçlüydü.” (s. 60) Ama bir noktadan sonra bu acıyı mutluluk olarak tanımlar. Varoluşçu bireyin duruşu genelin duruşundan farklı olduğundan ve ayrıca bu radikal konumun intihar arzusunu da beraberinde getirdiğinden bahsetmiştim. Toplumun genel geçer kuralları ve yargılarına göre bir insanın kendi ölümünü istemesi anormaldir ve tedavi edilmelidir. Tezer Özlü de bu sebepten akıl hastanesine yatırıldığında insanlık tarihinin en berbat tedavi yöntemlerinden birine maruz bırakılır, beynine elektrik verilir. “Seni senden çalan toplumdur”Yazdıklarından anladığımız kadarıyla tedaviler doktorların istediği doğrultuda işe yaramaz. Bu, edebiyat ve çoğunlukla kitaplardan uyarlama sinema filmlerinin en çok kullanılan konularındandır. 1984'te Winston'ın beyni yıkanır ve adam, 2+2'nin 5 olduğuna inandırılır. Otomatik Portakal'da sorunlu gencimiz Alex'i toplumla uyumlu hale getirmek için yeni bulunan bir ilacın ona enjekte edilmesiyle daha önce yaptığı kötü şeylerden iğrenmesi sağlanır. Doğrudan akıl hastanesinde geçen en çarpıcı kitaplardan birisi de herhalde Guguk Kuşu'dur. Hapisten yırtmak için akıl hastası ayağına yatan McMurphy, Bromden'ın anlattıklarına göre, acımasız hemşireye kafa tutabilen ve normalde insanı günlerce serseme çeviren, hatta iyileşebilir hastaları iyileşemez hale bile getirebilen elektrik şoklarına direnir, kısa sürede de toparlanır. Tezer Özlü bu açıdan McMurphy'ye benzer.Guguk Kuşu'nda McMurphy, akıl hastanesindeki zamanında fahişesinden tutun balık avına kadar hiçbir şeyden mahrum kalmamıştı. Bunu yaparken diğerlerini de teşvik ediyordu. Ama bir yandan da tek başına kaçma planı olduğunu da inkâr etmiyordu. Başka türlü anlatmak gerekirse acımasız hemşirenin (toplumun demek de hatalı olmaz sanırım) sıkı kontrolünde bile umudu vardı. Bazen daha fazla yaşamak istemeyecek kadar yorgun ve yapayalnız, daha fazla yazmak istemeyecek kadar umutsuz olduğunu haykırsa da satırlarında Tezer Özlü'de de buna rastlamak mümkün. “Hava çok güzel. Mavi gökyüzü, güneşin sıcaklığı hiç bitmeyecek gibi. Bugün neler düşünülür, diye geçiyor aklımdan. Belki yazı bile yazılır. Ne limanlar var yeryüzünde diyorum. Ne açık denizler. Ama dağlar arasında kaybolan kaç deniz var?” (s. 29) McMurphy'nin yaptığı gibi baskıya karşı çıkış Tezer Özlü'de yoğun biçimde var. Kalanlar 'daki “Cümleler”de bunu çok net ifade etmiş: Tezer Özlü'nün, her türden faşizme karşı olduğunu “Sonsöz Gibi”nin son cümlelerinde okuyoruz: Tezer Özlü'den kalanların toplandığı kitap küçücük ama insanın içine doldurdukları kocaman. Konuyu sadece varoluşçuluk açısından değerlendirmek bile kabına sığmadı taştı. Onca sözcükten sonra neden hâlâ aslında çoğu şeyin eksik kaldığı hissi var içimde? Ya da bu kadar lafa gerek var mıydı onu anlatmak için? Tezer Özlü'nün Kalanlar'ı bittikten sonra işte böylesine bir çelişki içinde kalınıyor. Ben kendimle mücadele ederken bırakalım da Tezer Özlü kendini anlatsın: ~~~ |

