[Öykü]"Konsey ve Bacakomania*" | Ziya Alpay"ZAMAN YOKTU DÜNYADAN ÖNCE"Bir gün doktorun muayenehanesinde:- Doktor bey hiç iyi değilim ben.- Neyiniz var anlatın. - Öğle tatilindeydim… - Evet. - Yemeğimi yedim, işyerine dönmeliydim. Masada bir yığın dosya beni bekliyordu. Arkadaşlarla bir kafede oturmuş çay içerken kısacık kot şort giymiş güzel mi güzel sarışın bir bayan gördüm. Tabii o güzelim bacakları görünce aklım da başımdan gitti. Kız oturduğu yerden kalkınca, arkadaşlara bir şey söylemeden ben de kalktım. Kız nereye ben oraya, gözlerim bacaklarda. O zaman rahatsızlığımı tüm boyutlarıyla anladım ve hatta bir isim bile koydum: Bacakomania! - Hımm! - İnanın ki hiç abartısız iki saat boyunca kızın peşinde dolaştım. Bacaklarına bakmaya doyamadım bir türlü. Ve de Sartre bir Ateist. -Var oluş özden önce gelir. Peki bu bacaklardan da mı önce? Camus bu bacakları görse ne yapardı merak ediyorum.- Her neyse doktor bey, işin garibi ne biliyor musunuz? Çevremde gördüğüm kadınları nedense tek parça olarak algılamıyorum; tersine bacaklarını, göğüslerini, sırtını, omuzlarını, boynunu ayrı ayrı algılıyor ve zihni bir çabayla bunları bir araya getirmeye çalışsam da muvaffak olamıyorum. Aslında bunlar benim esas meselelerim değil. Benim meselelerim; son olmasaydı sonsuzluk olur muydu? Ölüm olmasa ölümsüzlük… Keder olmasa mutluluk olur muydu? Madde olmasa ruh… diye düşünürken ben, içimdeki sezgilerin yardımıyla o kızın bir orospu olduğunu anladım. Bu durumda o kıza olan ilgim büsbütün arttı. "Onun kadar güzel bir kız olarak dünyaya gelseydim ben de orospuluk yapardım" dedim kendi kendime. Hem zevk alırım hem zevk veririm, bir de üstüne para alırım. Nasıl olsa Tanrı da yok, öteki dünya da. Hem kötü bir şey yapmıyorum ki alan memnun veren memnun. Kainat zamanın parçalanamaz en küçük parçası içinde yokluk âleminden varlık alemine, varlık aleminden de yokluk alemine gitmektedir. Maddenin varlığı zamansız düşünülemez; bu sebeptendir ki madde ezeli ve ebedidir. - Evet, anlıyorum. - Hayır, anlamıyorsun! - İçimde öyle bir boşluk hissi var ki sanki dünyanın yaratılmasından önceki o korkunç boşluğa benziyor. - Hımm! Demek dünyanın yaratılmış olduğunu düşünüyorsun. Peki, dünya ne zaman yaratıldı biliyor musun ki? - (İçimden) Hay sizi doktor yapanın ben var ya…. Zaman yoktu dünyadan önce. Hiçbir şey yoktu, Tanrı bile. Büyük patlama; yani Bigbang teorisini biliyorsunuzdur elbette. Tanrının var olduğunu düşünenler bu teoriye sarılmış durumdalar. Ama benim sorularım bitmedi. Teoriyi tamamen doğru kabul edelim. Peki patlayan şey neydi? Neden patladı? Eğer patlamasa ne olurdu? Konuşmamız maksadının dışında mecralara akmaya başlamıştı. Başta anlattıklarıma döndüm. Bu defa da birtakım tavsiyelerde bulunmaya başladı. Doktorlardan falan bana fayda olmadığını anlamıştım. Kalkıp, kapıyı açtım ve gittim oradan. Ertesi gün:İkindi vakti uyandım. Kahvaltımı yaptıktan sonra çayla beraber ilaçlarımı içtim. Bilgisayarımda black metalden semaha kadar çeşitli türlerdeki sevdiğim parçaları dinledim. Don Kişot (evet, bizatihi kendisi) masamın üzerinde ayakta duruyor ve beni izliyordu. Üstümü giyinip yaz günü sebebiyle mini etek, şort veya tayt gibi kıyafetler giyen genç kızların bacaklarına zaman sınırlaması olmaksızın bakmak için dışarı çıktım. Evet, sırf bu amaçla dışarı çıktım, çünkü görevimdi bu benim. Sokakları bir bir arkamda bırakıp görev yerime, Kızılay'a, doğru yürümeye başladım. Cebeci Yokuşu'ndan aşağı inerken tayt giymiş bir kız gördüm. "Şimdiden göreve başlanır mı yahu!" diyerek görmezlikten geldim. Bir marketin yanından geçerken dondurma dolabının önünde duran üç kişi gördüm. Onların bu hali ilgimi çekti. İzlemeye başladım. Donmuşçasına hiçbir hareket yapmadan öylece dondurmalara bakıyorlardı. Yanlarına yaklaşıp kısık bir sesle "Merhaba" dedim. Bana cevap vermediler. Aradan birkaç dakika geçtikten sonra "Ne yapıyorsunuz burada" diye sordum. Yanı başımdaki, gözünü dondurmalardan ayırmadan buz gibi bir sesle "Biz dondurma bakıcılarıyız. Bakkal-market dolaşıp gün boyu dondurmalara bakıyoruz" dedi. Onları çok yakından görmeme rağmen cinsiyetlerinin ne olduğunu bir türlü anlayamadım. Üçünün de saçları kısaydı ve yüzleri öyle beyaz, garip ve ifadesizdi ki hiçbir şey anlaşılmıyordu. Giyimleri de öyle; sanki tek parçadan ibaret siyah bir elbise giymişlerdi."Öyle bakıp duracağınıza satın alıp yesenize" dedim. "Hayır, olmaz" dedi en yakınımdaki. "Bizim görevimiz yaz mevsimi boyunca sadece dondurmalara bakmak; yememiz için izin yok." "Anladım" dedim; "görev!" (Evet, yeryüzünde yaşamakta olan her insana ve insana benzeyen her türlü yaratığa mutlaka bir görev veriliyordu. Bugüne kadar insan benzeri birçok acayip yaratık görmüştüm, ama bunları ilk defa görüyordum.) Hayvan ve bitki alemine ilgili konseyler görev veriyordu. (Don Kişot'a ne oldu diye soracak olursanız şayet, merak etmeyin büyük bir olasılıkla o hâlâ masanın üzerinde ayakta duruyordur.) Onları orada bırakıp üstlendiğim görevi yerine getirmek üzere tekrar yola koyuldum. Aslında görevleri pek düzgün yerine getirdiğim söylenemez. Bu yüzden kaç defa çeşitli cezalara çarptırıldım. Örneğin bir defasında gün boyu loş bir koridorda tenis topu gibi oradan oraya gidip geldim. Dayanılmaz derecede sıkıcı bir cezaydı. Zevkli cezalar da vardı: Mesela akşamüzeri güneşin kızıllaşmasıyla başlayıp sabah şafak sökene kadar yine benim gibi cezalandırılmış bir kızın sağ memesini durmaksızın okşamak gibi. İstemediğim bir görevi yerine getirmektense verilecek cezaya katlanmaya razı oluyordum. Bugünkü gibi sevebileceğim bir görev verilirse de büyük bir istekle yerine getiriyordum. Benim gibi insanlara verilen görevler o kadar ilginç veya saçma olabiliyordu ki tahmin etmek neredeyse olanaksızdı. Örnek verecek olursak; herhangi bir yuvarlak masanın üzerinde yatık halde konumlandırılan beyaz çerçeveli ve yuvarlak bir el aynasının önüne odamdaki bütün şiir kitaplarını önce tek tek sonra da üst üste koyarak bu aynada yansımalarını sağlamak; üç gün içinde Çankaya'daki bütün simitçilerin isimlerini öğrenip A4 ebatlarında beyaz, çizgisiz kâğıtlara yazmak ve hepsini ezberlemek; öğleden sonra 15:03'den akşam 18:47'ye kadar Maltepe'deki Peyami Safa-Akdere durağında otobüs beklemek ve gelen hiçbir otobüse binmeyerek eve yayan dönmek… Örnekler çoğaltılabilir ama gerek yok kanımca.(Don Kişot mu? Evet hâlâ orada duruyor)Bazen iç içe girmiş kompleks görevler de veriliyordu: Bir gün içerisinde sabah tam 9:00'dan akşam ezanı okunana kadar Yüksel Caddesi'nden geçen mini eteğinin altına baklava desenli külotlu çorap giymiş genç kızların sayımını yapıp ulaşılan sonucu küçük bir dikdörtgen şeklindeki kırmızı bir kâğıda siyah dolma kalemle yazarak Nietzsche'nin Türkiye'deki herhangi bir yayınevi tarafından yayımlanmış "Böyle buyurdu Zerdüşt" kitabının 9. sayfasının tam ortasına koymak ve o gün bu şartlara uygun biriyle karşılaşılmaması durumunda karşılaşılıncaya kadar her gün bu görevin yerine getirilmesini sağlamak."Görev" yapılan herhangi bir hata yüzünden başarılamazsa veya görev tamamlanmadan bırakılırsa aynı görev, şartları ağırlaştırılarak yeniden veriliyordu. (Pek tabi bu kişi konsey'in ve cezalandırmanın farkında değil.) Mesela bir gün içinde hiç ara vermeden altı saat boyunca televizyon izlemekle görevlendirilen birisi dalgınlıkla, bir anlığına da olsa televizyondan başka bir yere bakarsa konsey tarafından seçilen tek bir kanalı izleyerek görevini yapmak zorunda bırakılıyordu. Eğer görev on üç defa verildiği halde o kişi başarılı olamazsa yapılması imkânsız bir görevle görevlendirilerek cezalandırılıyordu. Ayrıca birisi görevle dalga geçerek saygısızlık yaparsa veya isyan edip göreve hakaret ederse yani bir şekilde düzene karşı çıkıp başkaldırırsa ona "Mutlak Ölüm" görevi verilip iradesi elinden alınıyordu. Böylece bu görev zorlu bir yolla yaptırılarak yok ediliyordu. (Görev gereği birisi "Normal Ölüm"le ölürse tekrar dirilmekle görevlendirilerek hayata döndürülebiliyordu. Yani herhangi birisi otomobilini yüksek alkollü ve hızlı bir şekilde kullanarak kaza yapıp ölmekle görevlendirilirse böyle bir şey mümkündü.) Daha önce de söylediğim gibi, konsey bu şehirde yaşayan bütün insanlara (bazı istisnalar dışında) mutlaka bir görev veriyordu ve bu görevlerin kimlere verileceği, türü (normal-sıra dışı), zorluğu, süresi gibi hususlar konsey tarafından saptanan bazı ölçütlere göre belirleniyordu. Konsey her şeyi insan beynindeki kimyasal ve elektrokimyasal reaksiyonların etrafa yaydığı (sebep olduğu) titreşimleri algılayan "büyük beyin" sayesinde yapıyordu. Konsey, normal insanlara normal, sıra dışı insanlara sıra dışı görevler veriyordu. Ama yine de konseyin hiçbir hususta uymak zorunda olduğu hiçbir kural yoktu. İstediği kişiye istediği bir görevi verebilirdi. Görevler genelde insanlar uykudayken bilinçaltına yazılıyordu. Bu yüzden normal görevler verilen insanların çoğu verilen görevleri bilincinde olmadan yerine getiriyor ve hatta her şeyi kendi özgür iradeleriyle yaptıklarını sanıyorlardı. Ayrıca Konsey birçok insana sırf gıcıklık olsun diye hemen her gün aynı görevi veriyordu. Bakkal esnafları, devlet memurları vs gibi… Konseyin işi gerçekten çok zordu. Karşılaşılan bazı güçlüklerden bazılarını söyleyecek olursak: Görevlerini unutanlar, yanlış anlayanlar, başkasının görevini kendisinin sananlar sonra görev çatışması: iki veya daha fazla kişiye veri |

